23 Kasım 2005

OLA MADRİD



İspanya’ya dördüncü ve en kapsamli seyahatime giderken aklıma tarihte bize öğretilen İspanya geldi. Lise tarih derslerindeki İspanya özellikle Akdeniz’in doğusuna hakim, keşifler çağını başlatan ve bu sayede zengin olan bir ülke olarak geçer. Tabii ki lise yıllarında İspanya hakkında daha çok bildiğimiz şey efsanevi futbol takımları olduğuda aşikardır. Bu keşiflerle zenginleşen İspanya ile biz pek savaşmadığımız için ilerleyen yılların tarih kitaplarında önemini kaybeder. Üniversite yıllarında öğrendiğimiz ise İspanya’nın 2.dünya savaşına katılmamış olmakla beraber sıkı bir dikta rejimi altında yaşamış olduğu, yetmişli yıllarda Avrupa Birlğinin en zayıf 2-3 ülkesinden biri olduğu şeklindedir. 1992 Barcelona Olimpiyatları ve devam eden spor başarıları, daha ilerleyen yıllarda gittikçe daha çok duyulmaya başlanan İspanyol şehirleri ve markaları ile bu güzel ülke Türk Turistler tarafından daha çok keşfedilmeye başlandı. Ama gözüken o ki biz biraz yavaş kalmışız. Özellikle güney kıyıları 1970’lerden beri bence çarpık sayılacak bir kentleşme ve bugünki Türkiye’ye benzeyen bir emlak satışı dalgası ile başta Alman ve İngilizler olamak üzere soğuk Kuzey Ülkeleri zenginleri tarafından mekan edinilmiş durumda.

Madrid İspanya için aslında sıradan sayılabilecek bir şehir. Aslında tarihsel olarak bir çok şehrinden daha çok yeni. Örnek vermek gerekirse Cadiz şehri yaklaşık 3000 senelik bir yerleşim bölgesi iken, Madrid 9.yy’da kurulmuş bir şehir.

Anlatılanlara göre Mağribi istilası sırasında Toledo şehrini korumak için bugünki Madrid sarayının olduğu yerde “Mayrit” Adı ile bir kale kurulmuş ve ilk yerleşim daha çok rahipler tarafından yapılmış. Daha sonra “Madrilenos” denen daha çok tarım ve tciaret ile uğraşan çalışan sınıf oluşmaya başlamış.13.yy’da Kilise ve Madrilenos arasında av sahalarının kullanımı konusunda bir çatışma çıkmış ve alınan karara göre mal sahibi kilise ama avlanan ürünler Madrilenos’lara ait denmiş.Buradan da Madrid’in sembolu sayılan ve Puerta Del Sol meydanında bulunan ağacı koklayan ayı (kilisenin o zamanki amblemi) çıkmış.

Madrid’in bu bereketli av toprakları çok ilgi çekmiş.İspanya krallığı evlilikler nedeni ile genelde İspanyollar dışında yönetildiği çok zaman olmuş. 1561’de resmi başkent olduğunda 80,000 nüfusu olan Madrid bugun 3 milyondan fazla kişiye ev sahipliği yapmakta.Hasburglar, Burbonlar gibi değişik hanedanlar tarafından yönetildiklerinden şehrin gelişimi de bu paralelde gerçekleşmiş. Eski şehir denen kısım Burbon bölümüne genişlemiş sonra daha yeni ve lüks bölümler eklenmiş. Kendi iç savaşları dışından ciddi bir savaş görmediği için şehirde korunarak bugüne ulaşmış eserler çok. Madrid’in tarih boyunca öenmli özelliği bir kültür başkenti olması. Tarih boyunca Velazques, Goya gibi ressamlara, meşhur Cervantes’e ev sahipliği yapmış ve bugun büyüklüğüne göre en çok sanat müzesi barındıran şehirlerden biri durumunda.

Turist olarak şehir gezmenin en iyi yolu kesinlikle metro ve yürümek. Çok kapsamlı ve başarılı bir metro altyapısı olan şehirde, inanılmaz geniş yollar olmasına rağmen trafik özellikle turistik merkezlerde çok yoğun. Birde istanbul misalı bir çok yerde yol yapımı işleri var.

Şehir bence 4 bölüme ayrılıyor. Biri daracık sokakları ve inanılmaz kalabalığı ile Eski Şehir ki burada özellikle Plaza Mayor ve Puerta Del sol meydanları, Gran Via caddesi, Kraliyet Sarayı dikat çekici yerler. Buralar alışveriş, yemek, eğlence ve kalabalığa karışmak için en turistik bölge.

Hemen buraya paralel Burbon bölümü başlıyor ki burada muhteşem Prado müzesi, Thyssen-Bornemisza müzesi, Cibeles meydanı, çok muhteşem bir park olan El Retiro parkı, Merkez Bankası binası, Borsa binası, Puerta de Alcala isimli törensel geçiş kapısı, Madrid’in en lüks oteli olan Ritz bulunmakta.

Şehrin daha yukarı kısmında ise Castellana bulvarı, Colon Meydanı, Galdiano müzesi, lüks alışveri caddesi Serrano’nun bulunduğu geniş caddelerden oluşan , 19. yüzyılda gelişmiş daha modern bir bölüm söz konusu.

Buraya kadar bahsettiğim bölüm aslında sıkı yürüyüşler ile rahatça gezilecek bölümler. Metro ile şehir keşfetmeye devam ederseniz Sömürgecilik döneminden kalan eserlerin sergilendiği America Müzesi, mini-Manhattan diye tanımlanacak Azca bölümü, 105,000 kişilik devasa Berbabeu stadı, ve Boğalar ülkesnin ne büyük ve muhteşem arenası Plaza de Toros Las Ventas, bir hayvanat bahçesininde bulunduğu biraz bizim Blegrad ormanının andıran Casa de campo, Aswan barajı yapımı sırasında gösterdikleri yararlılıkdan dolayı İspanyollara verilmiş Mısır tapınağı Debod ilginizi çekebilir.

Vaktiniz kalır ve Madrid’in ilerisini görmek isterseniz Segovia ve Toledo enteresan alternatifler.

Madrid’de yaşam sadece sanat ve tarihi eser değil tabiiki. Endülüs’te daha da farklı olmakla birlikte Madrid’de de çok enteresan bir yaşam var. Sene boyunca devam eden festivaller, konserler ve flamenko gösterileri dışında özellikle yaşam stili ve yemek kültürü çok dikkat çekici.

Madrid’de temelde 2 tip kahvaltı var; biri sabah evde genelde bir kahve ve yanında bir ekmekle yapılan diğer ise genelde 11 civarı bir bar veya cafe’de kahve veya bira eşliğinde Churros (tatlı cinsi, Tortilla (omlet), Bocadillo (sandöviç) yenerek yapılan. Yemek saat 13.00-16.30 arası geniş bir zaman diliminde yenmekte.Bu bölümde ilk önce bir barda alınan tapas (meze) ve şarap sonrası ana yemek için bir lokantaya gidilmekte. Akşamüstü ise özellikle uzun alışveriler sırasında sıkça kahve ve çay molası verilmekte. Eve dönmeden önce gene bir tapas ve içki seansı var. Daha sonra 21.00-24.00 arası değişen saatlerde başlayan yemek sözkonusu. İspanyollar kesinlikle dışarıda yemeğe çok düşkün onun için günün bir çok saatinde barlar, cafeler, lokantalar dolu.

Madrid’de neler yemeli; Valensiya’nın yemeği olan ve bir çok çeşidi bulunan Paella, karışık kızarmış deniz ürünleri tabağı Fitura de Pescado, sarımsak çorbası Sopa de Ajo, ekmek, sarımsak, biber, domates ve salatalıktan yapılan Gazpacho çorbası, Boğa kuyruğundan yapılan Rabo de Toro, tapas çeşitleri arasında çok değişik bir köfte olan Albondigas, değişik çeşitleri ile Tortilla, Kalamar, Serrano jambonu, Mancehogo peyniri, Zeytin, Közlenmiş biber salatası Ensalada de Pimientos Rojos. Bu güzel yemeklerin yanından Rioja Kırmızı veya Penedes beyaz şarapları, lokal biralar, nefis tatlı şaraplar (Fino sherry), Sangria ve özellikle kahve sevenler için mutlaka sütlü kahve ( Cafe con leche)

Madrid meyhane kültürü gelişmiş bir yer. 80’den fazla antik meyhane taberna adı ile halen faaliyette, mutlaka deneyin.

Tüm yemekle için geçerli kural; servis çok yavaş ve garsonlar çok sevimsiz onun için çok acıkmadan oturmak, sabırlı olmak ve yanınızda yemek isimlerini anlatabilmek için bir özel sözlük bulundurmak çok işinize yarayabilir.

Alışveriş sevenler için zeytinyağı, tekstil, özellikle deri çanta, peynir, yelpaze, seramikler ön planda. El Corte Ingles her yerde yaygın ve genelde oldukça çok çeşit sunuyor. Zara, Mango, Berskha ve diğerleri Türkiye’den genelde çok daha ucuz. Özellikle tax free alışveriş ile çok iyi fırsatlar yakalanıyor. Şehrin hemen yakınında Laz Rozas Village enteresan bir outlet.

Gracias y Adios

ENDÜLÜS 2

Geçen yazımda bu değişik yarımadayı ve yaşamını tanıtmaya başlamıştım; bu seferde onun güzel bazı şehirlerinden bahsetmek istiyorum. İlk durağımız Sevilla’dan hızlı tren ile Cordoba. Roma zamanında Guadalquivir nehri kıyısında gelişen bu şehir başkent görevini görmüş ama asıl çıkışını Mağribiler devrinde yaşamış. Çevreside tarihi eserler ile dolu bu şehrin eski şehir diyebileceğimzi kısmı asıl turistik kısmı. Tren istasyonundan 15-20 dk yürüyüş ile ulaşabildiğimiz bu bölümün ilk gezilecek yeri muhteşem cami
“Mezquita”. 8.yy da yapılan bu camiye 16.yy’da bir de katedral eklenmiş. Yaklaşık 90 metrelik çan kulesi, portakal ağaçları ile süslü bahçesi, iç yapıda bulunan yüzlerce kolonu ile gerçekten muhteşem bir yer. Çevresinde daracık bir çok Endülüs sokağı, hediyelik eşya satan dükkanlar ve tapasları ile ünlü restoranları olan caminin hemen önünden kalkan at arabaları ile 40-45 dakikalık bir tur yapma şansınız oluyor. Bu tur sırasında şehrin zaman içerisinde yenilenen dokuları arasında kaybolmuş, çeşitli medeniyetlere ait tapınak, kilise, ev ve diğer eserleri görmek mümkün. Bunlardan en güzellerinden biri de nehir üzerindeki tarihi Roma köprüsü, “Puerte Romano”.

Mezquita çevresinde Çiçekli sokak, Sinagog, Saray ve meşhur matador El Cordobes’in mezarı ve onu öldüren boğanın derisinin de bulunduğu Boğa müzesi de diğer gezilecek yerler arasında. 10 km kadar merkezin dışında ise yüzyıllar evvel yok olmuş ama kalıntıları halen gözüken Medina al Zahara bulunmakta. Cordoba şehrine öğlen yemeğini kapsayacak şekilde yarım günden biraz daha fazla ayırmak yeterli ama bu tarihi şehrin havasını solumak isterseniz keyif size ait.

Sevilla’dan 2 saatlik bir tren yolculuğu sizi Antalya benzeri bir şehir olan Malaga’ya getirmekte. İspanyolca ismi ile Costa Del Sol’un yani güneş sahilinin başkenti ilk izlenim olarak aslında pek hoş bir görüntü vermemekte. Ama istasyondan 15 dakikalık bir yolculuk sizi daha modern bir şehire getirmekte. Çok rahat yürüyerek gezinen bu şehirde bir günlük tur ile tamamını gezmek mümkün. Ana meydan olan Anameda Principal’den şehrin batısınına doğru yürümeye başladığınızda sol tarafınızda alışveriş ve yemek için en uygun cadde olan Larios kalıyor. Buradan geçip ileride oldukça güzel bir yapı olan Katedral’e ulaşılıyor. Katedralin biraz ilerisinde ise aslen Malaga doğumlu olan Picasso’nun müzesi ve ilerisinde ise Merced meydanı var. Bu civardaki dar sokaklarda alışveriş için enteresan yerler karşınıza çıkmakta.

Meydandan Alcazabilla caddesine saptığınızda ise muhteşem bir yapı olan Alcazaba Surlarına ve hemen önünde 1950’lilerde keşfedilen Roma Tiyatrosunun kalıntısına ulaşıyorsunuz. Fakat Malaga’nın en güzel yeri bence muhteşem kalesi Gibralfaro; oldukça yüksek olan bu kalenin çıkışında eğer araç ile gidiyorsanız çok güzel evlerin ve kamu tarafından işletilen ve genelde tarihi eserlerin yakınında olan Paradorların birinin önünden geçiyorsunuz. İnişi ise yürüyerek yaparak çok güzel fotoğraflar çekmek mümkün. Özellikle evlerin arasında olan Arena çok muhteşem gözükmekte. Şehrin arenadan hemen sonrasında tüm sahili kilometrelerce plajdan oluşmakta.

Malaga’nın en güzel yanı kiralayacağınız bir araç ile size çok değşik turlar yapma olanağı tanıması. A-7 Ronda Oesta otobanına çıtığınızda hemen ilk durağınız Torremolinos olacaktır. İspanya sahilleri 1970’lerden beri Kuzey Ülkeleri zenginlerinin emlak yatırımı yaptığı ve sıkça geldiği yerler. Torremolinos dan başlayan ve belki Cebelitarık’a kadar giden sahilde boş yer bulmak mümkün olmadığı gibi iç kesimlerde golf sahaları, site ve villalarla dolu.

Devlet yolu ve otoban günün her saatinde yoğun ama belirli girişler ise devamlı tıkalı ve otobanlarda çok kaza olduğu için trafik sıkışmakta. Umarım şu günlerde ülkemizde başlayan emlak çılgınlığı bizi de bu hale getirmez diye düşünmeden geçemiyor insan. Bu ufak şehirlerin çoğu oldukça çirkin ve kalabalık ama istisnası ise Marbella. Ama bir tavsiyemiz oraya gitmeden yol üzerinden 2 yerde mola vermeniz;biri 227 nolu çıkıştaki Krokodil Parkı. Yaklaşık 300 kadar timsahın bulunduğu bu parkta bu inanılmaz hayvanları gerçekten çok deneyimli bir avcı / eğitmen eşliğinde tanımak mümkün hatta küçük sayılabilecek birini elinize alıp poz vermeniz de söz konusu. Parktaki en büyük timsah yaklaşık 4,5 metre boyunda ve yarım tondan daha ağır.

Diğer ilginç durak ise 222 nolu çıkıştan ulaşabileceğiniz ve sizi yaklaşık 800 metreye taşıyacak teleferik. Trafiği aşıp Marbella’ya ulaştığınızda ise Avrupanın en lüks yerlerinden birinin karşıladığını kıyafetlerden, arabalardan ve teknelerden anlamanız mümkün. Özellikle Plaza de los Naranjos’da yiyeceğiniz bir gurme yemek sırasında İspanyolca dışındaki lisanları daha çok duyuyor olmak sizi şaşırtmamalı burası grçekten de İspanyolların çalışıp diğer Avrupa ülkerlerine mensup zenginlerin yaşadığı bir yer. Eğer golf meraklısı iseniz yakınlarda çok sayıda golf sahası bulunmakta. Eğer yola daha da devam ederseniz ve ingiliz vizeniz varsa ( biz bu ayrıntıyı öğrendiğimizde iş işten geçmişti) Cebelitarık’da hem efsanevi Kaya’yı (içinde sığınaklar ve savunma amaçlı mağaralar varmış) görmek hemde teleferik ile tepeden bir boğaz manzarası almak hatta zaman ayırmayı göze alırsanız balina turlarına katılmak mümkünmüş. Yol biraz daha ileride sizi feribot ile Afrika kıyılarına geçmenizi sağlayacak Algecerias’a ulaştıracaktır.

Eğer Malaga’dan doğuya yani Costa del Almeira kısmına gitmek isterseniz hedefiniz bizim gitmediğimiz Nerja olmalı. Burası sahilleri, Avrupa’nın balkonları denen denize dik kayalıkları ve milyonlarca yıl önce oluşmuş ve eski insanlara da ev sahipliği yapmış mağaraları ile ünlü. Kilometrelerce uzunluktaki mağaraların turizme açık bölümlerini gezmek bir saat alıyormuş.

Ve Endülüs’teki son durağımız ise yaklaşık 125 km ileride, Binbir Gece Masallarının esin kaynağı Al-Hamra’nın bulunduğu Granada. İspanya’nın kış sporu merkezlerininde bulunduğu Sierra Nevada dağları ile tanışacağımız bu yolculuk bizi aynı zamanda çeşitli Doğal Parklardan da geçirmekte. Çingeneleri ile ün salmış Granada sadece Al-hamra’dan oluşmamakta, şehrin içine eski bölüme girmeyi göz önüne aldığınız yol sizi bir zamanlar camiler ile dolu ama bugün daha çok avlulu evler yani carmenleri ile göz alan Albayzin’e de götürecektir. Gene eski şehirdeki Katedral’de özellikle Alhamra dan çok güzel gözükmekte. Evet nedir bu Al-Hamra’nın hikayesi? Kızıl tepe olarak bilenen bir yerde kurulu Al-Hamra gerçekten hem kapalı hemde açık mekanları ve manzarası ile büyüleyici.Binbir Gece masallarının bir kopyası ve sahipleri Nasır ailesi için yeryüzünde cenneti tanımlamak amacı ile yapılmış bu muhteşem eserin özellikle Casas Reales denem bölümü, kale kısmı muhteşem. Buraya giriş oldukça sıra beklemeyi gerektiriyor ve önceden BBVA bankası şubeleri aracılığı ile rezervasyon yapmak tavsiye edilir. Biz 30 dk kadar sıra bekleyerek gimeyi başardık. Saray bölümü belirli saatlerde günde 2-3 defa açılıyor onun için kendinizi buna göre ayarlamanız şart. İsteyenler için bu eserin hemen yanından bir parador otel mevcut. Alhamra nın bahçe ve tarlalrı ile ünlü olan kısmı ise Generalife isminde ve biraz daha ileride yer alıyor. Burada her yıl dans ve müzik festivalleride düzenlenmekte imiş. Endülüs ziyareti için en uygun mevsimlerin baharlar olduğunu hatırlatıp bu muhteşem kültür mozaği için mutlu seyahatlar dilerim.

SEVİLLA & ENDÜLÜS

İspanya turumuza devam ediyoruz. Merak edenler için ispanya ismi Yunanca “Hispania”dan, bu kelimenin de etimolojik olarak “i-schephan-im” yani “çok uzaklardaki yer” anlamı ile Fenike’ceden geldiği düşünülmektedir. Madrid’de başlayan turumuz saatte ortalama 250 km hız yapan AVE treni ile bizi Avrupa’nın Anadolu benzeri bir kültür cennetine Endülüs’e taşımakta. Endülüs’ü gezmek sıradan bir Avrupa ülkesini gezmekten çok daha farklı bir duygu. Orada farklı bir şeyler yaşanmış olduğunu, farklı kültürlerden insanların geçmiş ve eserler bırakmış olduğunu görmemek, hissetmemek hemen hemen imkansızdır.

Endülüs’ün tarihi belkide Avrupa’nın en eskilerindendir. İ.Ö den 25,000 yılında kalma resimler Nerja mağaralarında (bir bölümünü gezebeilirsiniz) kendini göstermektedir. Cadiz İ.Ö 1100 yıllarında kurulmuş belkide Avrupa’nın en eski şehirlerindendir. Bir çok medeniyet geçmiştir Endülüsten. Herodotos’a göre bugünde halen bulunamış efsanevi şehir Tartesus’un peşinden bugünki Malaga yakınlarına gelen Grekler, Fenikeliler, Gotlar’dan biraz dinsel sebepler ile ayrılan ve göçen Vizigotlar... Ama buraya damgasını vuran asıl Mağribiler olmuştur. Ziyad oğlu Tarık ‘ki adını Ceb-Ül-Tarık olarak bugunkü Cebelitarık’a vermiştir ve 700’lerin başından itibaren bu yöreye kimliğini kazandıran İslam uygarlığını başlatmıştır.

1400’li yılların sonunda İspanyol imparatorluğu bu toprakları ele geçirmiş ve Keşifler çağını başlatmıştır.Yaklaşık 17.yy sonuna kadar ilk önce Sevilla daha sonra Cadiz ciddi şekilde büyümüşleridr. Daha sonra belkide 1980’lere kadar sürecek daha gösterişsiz bir dönem başlar bu topraklarda. 1980’lerden itibaren başlayan gelişme başta turizm ve hizmet, tarım sektörleri olmak üzere yaklaşık 9 milyonluk nüfusa tekrar hayat verir ve bugunkü konumuna getirir.

Endülüs veya İspanyolcası ile Andalucia ( Andalu diye okunuyor) bir rivayete göre “vandalların diyarı” anlamına, bu ülkede kısa süre hüküm sürmüş Vandallardan diğer bir iddiaya göre ise Vizigotların toprak dağıtım felsefesinden “landahlauts” kelimesinden türemiştir.

Endülüs aslından geniş ve değişken bir coğrafyayı kapsamaktadır. Bir yanda Atlas okyanusundan balıkçılık ve denizcilik ağırlıklı Huelva, Cadiz gibi şehirler, bir yanda Sierra Nevada dağlık bölgesi, kayak merkezleri ve doğal parklar, öte yanda meyve, sebze diyarı Akdeniz kıyısında Almeria, alabildiğine turistik , golf sahaları ve villalarla dolu Costa Del Sol.

Bölgenin en önemli şehirleri arasında Sevilla, Granada, Cordoba, Malaga, Cadiz, Jaen, Almeira, Algeciras yer almakta. Tüm bu şehirler düzgün otobanlar, oldukça yoğun trafikli ana ve tali yollar ve çoğu zaman da hızlı veya normal trenler ile birbirine bağlı durumda. En güney noktada Algeciras’tan feribot ile Afrika’ya, Tanca’ya geçmek de mümkün.

Gene Endülüs yaşamına döndüğümüzde aklımıza hemen Boğa güreşi, Flamenko, tapas, Fiestalar, İspanyol şarapları gelmekte.

Endülüs yaşamı İspanyollar için bile farklı hatta biraz hor görülmektedir. Özellikle Katalanlar ve Endülüsler arasında hayat bakış açısı oldukça farklıdır. Oldukça tutkulu, öfkesini ve duygusallığını göstermekten çekinmeyen, biraz kaba-saba, zaman zaman maço , konuşmayı hatta yüksek sesle konuşmayı seven, tembel sayılan, yemek ve içmeyi, çapkınlığı seven, zıtlıklardan hoşlanan ve zamanı önemsemeyen bir kültür olarak hala orta yaşlı ve ihtiyarlar benliklerini korumaktadırlar.

Zaman aslında olmayan bir kavram sanki, her şey yavaş ve uzun saatler üzerine ve anın tadını çıkarmak mantığına kurulu. Hatta lisan bile ilginç, anlayabildiğimiz kadarı ile Akşam’ın bir kelime karşılığı yok. Saat 12 için sabah saat 12 anlamına gelen “las dolce de la manana” kullnılan bir yerde siestanın keyfini siz düşünün.

Peki meşhur adetlerin kökenleri nedir; Boğa güreşinin temel kökeni Romalılar. Roma lejyonerlerinin dini olan Mitra dininde bir ritüel boğa kurban etme üzerine imiş. Bu doğrultuda gelişen kültürde bugün Plaza de Toros denen ama temelde Roma Arena’sı ile aynı mantıkta yapılan alanlarda bu sanat özellikle Ronda ve civarında gelişmeye başlamış. Araplar döneminde Arap atları ile Boğaların rekabeti de özellikle bugun hala yapılan Boğa koşularının temelini atmışa benziyor. Bugün iyi bir matadorun 100,000 Euro’dan fazla günlük kazancı olabilir. Nisan ve Ekim arası genelde haftasonları yapılan güreşler gerçek bir ritüel. Bu arada Boğa güreşi ile ilgili her müzede tanıtılan efsanevi bir matadordan bahsetmeden geçmemek lazım. Manuel Benitez, bilinen takma adı ile El Cordobes, şan ve zafer dolu bir yaşamın ardından 1947’de bir güreş sırasında Boğa tarafından öldürülmüş.

Diğer bir gelenek ise Flamenko; kökeni 16-17.yy’da Endülüste yaşayan çingenelerin “juerga” denen eğlence şekillerine dayanıyor. İlgilenenler için çingenelerin (orjinali galiba Farsça çalgı çalan, dans eden anlamına gelmekte) kökenleri 11.yy’da Hindistan’a dayanmakta. Gazneliler ve 2-3 yy sonra Timurlenk tarafından göçe zorlanan bu toplum İber yarımadasına gelmiş. Sadece müzik değil, lirikler, dans ve hatta duruş ve yaşantıya yansıyan bir felsefeyi başlatacak olan çingenelerin ilk yerleşim yerlerinden biri de Granada şehrindeki Albayzin mağaraları. Granada gezinizde mutlaka görün.

Peki gezmeye nereden başlayalım? Tabii muhteşem başkent Sevilla’dan. Eski Romalıların Betis dedikleri daha sonra ise “Büyük Su Yolu anlamına gelen Guadalquivir nehri boyunca uzanan, Keşifler çağının altın şehri ve 1992 Expo ile tekrar itibarını kazanan, çapkınlığı ile dillere destan (aslında Madrid yakınında yaşadığı bilinen bir Kont olan) Don Juan’ın, baştan çıkaran, yürek yakan Carmen’in yaşadığı, Kristof Kolomb’un seferlerine çıktığı ve mezarının bulunduğu ve Don Kişotun yazıldığı Sevilla. Madrid’den hızlı tren ile 2,5 saat yada uçal ile geldiğimzi bu şehir gezmesi en zevkli şehirlerden biri.

Şehrin 2 temel simgesinden biri Torre Del Oro (Altın Kule) diğeri ise Sevilla Katedrali. İlki nehir turlarınında yapıldığı ve zamanında savunma amaçlı yapılmış bir kule. Şehrin “El Arenal” denen ve zamanında denizcilik merkezi olan yerde. Gene bu bölgede güzel bir boğa güreşi arenası, Magdenala Kilisesi, Güzel Sanatlar Müzesi, Opera binası bulunmakta.

Katedral ve çan kulesi “La Giralda” ise eski şehir diyebileceğimiz Santa Cruz bölümünde bulunmakta. At arabası veya yürüyerek gezebileceğiniz bu bölümde Real Alcazar Sarayı, Sevilla Katedrali ve La Giralda ( aslı aslında Araplardan kalan bir minare ama şimdi bir çan kulesi görünümünde ve tırmanılarak kuşbakışı bir Sevilla manzarası görülebilir)bulunmakta. Buradan kısa bir yürüyüş ile dar ama hoş sokaklardan restoran ve alışveriş imkanlarının olduğu kısımlara ulaşılabilir.

Sevilla’da mutlaka görmeniz gereken bir yer ispanyol Meydanı ve Maria Luisa parkı. İspanyol meydanının hemen yanında ise keşiflerden özellikle Amerika’dan gelen bazı eşyaların sergilendiği binalarında olduğu Amerika meydanı var. Biraz ileride Sevilla’nın lüks ve efsanevi oteli Alfonso VIII ve eskiden Carmen’in çalıştığı tütün fabrikasının
yerinde ise Üniversite bulunmakta.

Nehrin karşı kıyısına geçtğinizde eskiden çingenelerin yaşadığı, daracık ve hoş sokakları ve kendine özgü havası ile Triana var. Zamanında ünlü flamenkocuları, boğa güreşçilerinin yetiştiği ve seramik sanatı ile de ünlü bu kısım bugün barları ve karşı kıyıdan şehire bakma şansı veren romantik restoranları mesela Bar el Puerto ile de ünlü. Biraz daha ilerinde Expo 92 ile hayat bulan Cartuja adası var. Burada omnimax sinema, temalı eğlence parkı, güzel roller coasterleri olan “Isla Magica” , alışveriş alanı, müzeler gibi seçenekler bulunmakta.

Sevilla’da yaşam oldukça rahat; çok sayıda öğünde çok sayıda değişik yemek tadmanız mümkün. Tabii ki en ünlüsü sabah için tost ekmeği üzerinde nefis bir zeytinyağı ile Tostada Con Aceite, İber jambonu, Churros, tortilla, domuz sosisi Salchichon. Öğlenleri ve akşamları ise mutlaka Fritura de Pescados ( karışı deniz ürünleri tabağı),Albondigas, tuzlu balık Pescado a la sal...Genelde 20-30 euro arası güzel bir yemk mümkün, 1-1,5 euro civarında ise kahve içilebiliyor. Kahvenin içine koyan süt oranına göre değişik isimler aldığını unutmamanız gerek. Sade kahve “solo”, sütlü kahve ise “cafe con leche”. Mutlaka sherry yani tatlı şaraplardan içmenizi öneririm. “Fino” diye bilinen bu şaraplarda yaklaşık yüzde onbeş alkol var. Mesela Solera ve la Ina iyi markalar arasında. Şaraplar zaten meşhur ama denenebilecek biralar arasında Cruz Campo ve San Miguel var. Alışveriş için özellikle deri, ayakkabı, hediyelik çeşitleri hem bol hem Türkiye’ye göre oldukça ucuz. 90 euro’yı geçtğinizde %16 oranından başlayıp azalan miktarlarda vergi iadesi alıyorsunuz, fiyatları buna göre karşılaştırın.

Sevilla dan günübirlik hızlı trenle gidilecek en güzel seçeneklerden biri tarihi Cordoba. Yazı daha fazla uzamasın diye Granada, Malaga, Marbella ve Cordobayı gelecek hafta anlatacağım.

15 Haziran 2005

AVRUPA BİRLİĞİNİN MERKEZİ BELÇİKA

Avrupa’da tercihen yazın 3-4 günlük seyahetlerinizden birini yapabileceğiniz enteresan üklerden biri Belçika; ama sebebi bu küçük ülkenin hem Nato hem AB’ye ev sahipliği yapıyor olması değil, nefis biraları, midye ve patatesleri, çikolata ve waffle’rı...

Yaklaşık 10 milyon kişinin yaşadığı ülke yılda çoğunluğu iş amaçlı olmak üzere 6 milyon civarında ziyaretçi çekiyor. Tarihi İ.Ö 60 yıllarına kadar giden Belçika da Brüksel’de yaklaşık 1000 senelik bir geçmişe sahip. Uzun süreler pamuk ticaretinin merkezi durumunda olan Belçika’da 1829’da kendi çapında bir devrim yaşamış. Flamanlar ve Wallonlar arasındaki bölünme özellikle 20.yy’da daha da netleşmiş ki bugun Brüksel dışındaki her yerde gerek lisan gerekse milliyetçi bakış farklılığı hemen hissedilebiliyor.

Her iki dünya savaşında da Almanlar tarafından işgal edilen Belçika 1967’de Nato ve 1958’de Avrupa Ekonomik Topluluğu merkezi olarak tanımlandı. Ayrıca futbolseverler 1985 Heysel stadyumu faciasını da hatırlarlar.

Belçika’nin iki önemli şehri başkent Brüksel ile ortaçağdan kalmış nefis Brugge. Brüksel gerek yaya gerekse metro ve tramvay ile gayet rahat gezilen bir şehir. Şehri iki bölüm olarak düşünebilirsiniz, daha tarihsel ve fakir olan ve Büyük Meydanı (Grand Palace) çevresini, Avrupa’nin en eski alışveriş merkei Galeries St Hubert ve çevresindeki bizim Kumkapı ya da Nevizade benzeri restoranların olduğu alanı kapsayan gezmesi oldukça zevkli bölüm. Bir de tarihsel olarak Fransızca konuşan arsitokratların yaşamış olduğu Gotik kiliseleri, Kraliyet Sarayı, Parkların ve AB Binalarının bulunduğu bölüm.

Yürüyerek çok rahat gezilse de metro da eğer haritasını iyi yorumlayabilirseniz tramvay ile birlikte rahat bir ulaşım seçeneği sunuyor. Taksi ise Avrupa’nın en pahalılarından biri.

2 günlük Brüksel gezisinde görmeniz gereken yerler kesinlikle Büyük Meydan ve Çevresi, Küçük İşeyen Çocuk ya da bilinen adı ile Manneken Pis, Borsa Binası, Çizgi Roman Müzesi (Centre Belge de la Bande Dessinee )ki özellikle Ten Ten, Red Kit hayranı iseniz, Galeries St Hubert, Halles St-Gery ve Quartier Marolles sokakları, Enstürmanlar Müzesi ya da en azından binası, Kraliyet Sarayı, Grand Sablon Meydanı (Nişantası havasında bir yer), Leopold ve Cinquantenaire parkları, AB Parlemento Binası “les Caprices des Dieux”, Palais de Justice binası, St Michel et Gudule Katedrali, biraz uzağa gitmek isterseniz Ünlü Mimar Horta’nın müzesi, Bruparck ( Eğlence parkı), The Atomium heykeli, 300 küçültülmüş modelin yer aldığı Mini Avrupa gezi alanı olarak sayılabilir.

Büyük Meydanın hikayesi 11 yüzyıla kadar dayanmakta;meydan çevresindeki evlerden Le Pigeon Victor Hugo'ya ev sahipliği yapmış. Gene devasa kulesi ile Hotel De Ville 14.yüzyıla dayanmakta.Manneken Pis'in hikayesi ise farklı şekillerde anlatılmaktadır. Bu küçük işeyen çocuğun bir asilzadenin oğlu olduğu ve 12.yy'da bir savaşın ortasında bir ağaca işerken görüldüğü için bu heykelin yapıldığı yani bir cesaret anıtı olduğu da en çok kabul gören hikayelerden denebilir.

Bir saatlik bir tren yolculuğunu göze alırsanız Avrupa'nın en muhteşem şehirlerinden Brugges'e ulaşabilirsiniz. Bir zamanlar Avrupa'nın en büyük ikinci limanı olan ve pamuk ticaretinin merkezi olan bu şehir tüm savaşlara ve tarihsel gelişimlere rağmen hala bir ortaçağ şehir görüntüsü korumaktadır. Ortaçağ kıafetli insanlar ya da şövalyelerin her an bir yerlerden çıkacağı izlenimini veren bu şehir aynı zamanda küçük bir Venedik; etrafı kanallarla çevrili olan Brugges’de yarım saatlik bir tekne turu size inanılmaz duygular yaşatabilir. Brüksel gibi Brugges'de ağırlıklı olarak bir meydanı kendine ana merkez seçmiş. Pazar yeri tabir edilen bu alanın çevresinde bir çok lokanta ve 13'yy dan kalma yaklaşık 60 metre yüksekliğinde kulesi ile Belfort Tower yer almakta. Çok çeşitli müzelerinde yer aldığı Brugges'den kısa bir yolculuk ile denize de ulaşabilirsiniz.

Alışveriş meraklıları için Brüksel’de tek seçenek Adolphie Max Laan Bulvarı ve özellike City 2 ve Inno çok katlı mağazaları. Alışveriş açısından Belçika kaliteli ürünlerde Türkiye ile hemen hemen aynı hatta zaman zaman daha ucuz fiyatlar sunmakta. Tekstil ürünlerinde dahi markalarda fiyatlar Türkiye'den ucuz; özellike TemmUz ayı indirim ayı ve yüzde ellilere varan indirimler yakalamak mümkün.


Belçikanın size sunduğu önemli bir unsur da iştah açıcı yiyecek ve içecekleri. Şehrin her yanında biribirinde lezzetli ürünler sunan waffle ve çikolata satıcılarından kaçış yok gibi bir şey. Farklı mutfakları sunan ve her türlü bütçeye uyan restoranlarda özellikle deniz ürünleri, midye, karides, istakoz, kuzey denizi balıkları, somon, et yemeklerinden Carbonnades Flamandes, tavşan, çeşitli soslarla ile kümes hayvanları ve domuz pateleri, patates kızartma (Bu arada French Fries isminin aslında 2.Dünya savaşında kendilerini Fransa’da sanan ABD askerlerinin verdiği isim olduğu rivayet ediliyor), tatlılardan tarte tatin ve krem karamel denenmesinde yarar olan yemekler. Bu arada porsiyonlar oldukça büyük geliyor ona göre sipariş etmek de yarar var. Genelde kişi başı 15-50 Euro arasında içkili yemek yemek mümkün.

Belçika çikolataları da dünyca meşhur;1880'lerde glişen bu sektör özellikle Kongo'nun sömürge olması ile kakao üretiminin yoğun şekilde yapılması ile yaklaşık %70 oranında kako oranı ile çikolata üretilmesi ve Godiva, Neuhaus , Leonidas gibi ülkemizde de bilinen global lüks çikolata markalarının oluşmasını sağlamış.

Belçika'nın diğer bir özelliği ise farklı bardakları ile sunulan inanılmaz sayıdaki kaliteli bira çeşitleri . 400 farklı bira üretilen Belçika'da ortalama bir kişi senede 100 litre bira içmekte. Chimay gibi Trappist tabir edilen ve manastırlarda tarafından üretine biralardan Lambik tabir edilen ve şişilendikten sonra 2 sene saklanarak sunulan ve özellikle meyvalı çeşitleri ünlü olan biralara, açık renkli Blanche tabir edilen daha düşük alkolli mesela Hoegaarden gibi biralara, ve yüksek alkollü ve çok farklı içim zevkleri sunan Leffke, Kwak, Brugse Triple , Duvel gibi çok farklı tadlara ulaşmanız mümkündür.

Kısaca adı çok duyulmasa uzun bir haftasonu keyifli bir tatil ve çok değişik ağız tatları için Belçika'da listenizde bulunması gereken bir Avrupa ülkesi.

23 Mart 2005

SOYLU VE KOZMOPOLİT LONDRA

Güzel bir ilkbahar gününde Londra sokaklarında yapacağınız yaklaşık 10 dakikalık bir tur sırasında yüzden fazla lisan konuşan, türlü rk, din ve ülkeye ait insanları, şehrin o hafif eski ve muhafazakar tmosferinde gördüğünüzde gerçekten “üzerinde güneş batmayan bir krallığın” topraklarında olduğunuzu düşünebilirsiniz.

Yaklaşık İstanbul büyükliğü ve kalabalıklığında olan Londra’yı ilkbaharda gezmenizi ve hakkını vermek için bir hafta ayırmanızı tavsiye ederim. 5-20 derece arası değişecek ve bazı günler iç karartan bazı günlerde insanı canlandıran havası ile Avrupa’nın en heyecan verici ve tabiiki pahalı şehirlerinden biri olan Londra her türlü merakı giderecek güzelliklere sahip. Sanat, spor, eğlence, tarih, alışveriş, ilginç müze ve sergiler, alışveriş, yemek-içme, konferans ve sergiler şehirde 365 gün devam etmekte.

Bugünlerde Heatrow havalimanından şehrin merkezine ulaşmak yaklaşık bir saatlik bir şehir gezisi anlamına gelmekte. Şehrin bir çok yerini gezmenizi sağlayan üstü açık otobüslerin uzun yıllardır değişmeyen orjinal rotaları bugun şehirin ancak belirli bir kısmını kapsamakta. Şehir yeni projeler ile Thames nehrinin içerilerine ve kıyılarına doğru büyümekte. 2000 yılında açılan Millenium Dome, yeni eğlence merkezi Canary Wharf, finans ve konfernas merkezi ve yerleşim birimlerinden oluşan Doklands& Greenwhich(Burası aynı zamanda dünyaca ünlü zaman ayarını sağlayan Greenwhich Observatory ve Ulusal Denizcilik Müzesinin olduğu yer) buna örnek.Bu arada Londra New york ile birlikte 2012 Olimpiyatlarının ciddi adayları arasında.

Şehri, özellikle tarihi bölümlerini gezmeye başlamak için iyi bir nokta “London Tower ve Tower Bridge” olabilir. Yaklaşık 20 farklı kuleden oluşan ve 11.yüzyıldan kalma bu eski kale ve 19yy’dan kalma muhteşem köprü size Londra’nın tarihi yapısını biraz olsun anlatabilir. London Tower zamanının kalesi olmak dışında bizim Topkapı gibi Kraliyet Hazinesinin sergilendiği ve uzun yıllarda ünlü konuklarına hapishane olarak hizmet etmiş bir yapı. Köprünün London Tower’a yakın kısmında eskiden çok önemli bir ticaret merkezi olan ve en eski halinde bir hastahane olan St Katharina dokları var. Bugun burada bir marina, “Thistle Tower” oteli, bar ve restoranlar var. Burada duvarda Londra’nın Thames nehri kıyısındaki gelişmesini de resimler ile izleyebilirsiniz.

Köprüyü geçtikten sonra sağ kolda camlı Belediye Binası ve nehrin kenarından devam eden yaya yolunu izlemenizi öneririm. Southwark denen ve zamanından kumar ve fuhuş merkezi olan bu yörede bugün çok canli bir merkez konumunda. Sağ kolda nehir üzerinden yaklaşık 90,000 tonluk, 2.dünya savaşından kalma zırhlı, “Belfast” gemisini gezebilirsiniz. Biraz daha ileride 17. ve 18. yzüyılıın en canlı yerlerinden biri olan “Hay’s Galeria’nın” modern halini göreceksiniz. Bar, cafe ve dükkanlardan kurulu bu mekanın içerisinden geçerek caddeye çıktığında “London Tower” metro istasyonuna yaklaşırken sol kolda iki tane enteresan müze var; biri “Savaş Müzesi” diğeri “London Dungeon” ismin de şehrin veba salgını, Londra yangını, karıneşen Jack gibi karanlık yönlerini bayağı görsel ve interaktif sunan bir müze. Buradan yola devam edersek nehir yanında the “Tate” ve “Shakespeare’s Global Theather” de oluşan sanat galerilerini ve tiyatroya oradan “Bankside” boyunca devam ederek “Millenium” ve “Waterloo” köprülerini geçerek devasa bir dönme dolap olan ve yaklaşık 135 metre yüksekliğinde ve 30 dakika süren bir tur atabileceğiniz “London Eye” ve deniz müzesi “Aquarium’a” ulaşabiliriz. Bu noktada Westminster köprüsünden karşıya geçerek Londra’nın başkent olarak hayati fonksiyonlarını sürdüğü bölüme geçebilirsiniz. Burada “Parlamento binası, Big ben, Westminster Hall ve Başbakan’ın ikamet ettiği Downing” caddesini görmek mümkün. Bir miktar daha yürüyüş ile Buckingham sarayına ulaşabiliyorsunuz. Bu arada bir çok müzede çok ciddi sıra oluyor. Bu açıdan şehirde bir çok noktada satılan Hızlı Giriş Kartlarını almakta yarar var.

Londra’nın diğer enteresan yerleri arasında “The City ya da Square Mile” olarak tanımlanan ve eski yerleşim yeri olan, 1666 Büyük Londra yangınında ciddi zarar görmüş olan “Londra Müzesi”, “St Paul” Katedrali ve Borsanın olduğu alan, nehir kenarında ve hoş bir alışveriş caddesi ile gelişmiş olan “Chelsea”, daha lokal bir şehir manzarası sunan “Hampstead”, “Science ve National History” müzelerinin bulunduğu ve Hyde park kıyısından geçen yolu ile oldukça güzel bir semt olan “Kensington”, zenginlerin oturduğu “Mayfair”, “West End” olarak da bilinene Trafalgar ve Piccadily Meydanı, eğlence yerlerinin yoğun olduğu “Covent Garden ve Soho”dan oluşan bölüm , tiyatro ve müzikaller için “Barbarican, Hammersmith, Earl’s Court” sayılabilir. Bütün bu noktaları gezmek için üstü açık şehir turlarını, çok geniş bir alanı kapsayan otobüs ve metroyu kullanabilir ya da rahatça yürüyebilirsiniz. Taxi şehrin içerisinde çok tercih edilecek bir araç değil çünkü trafik çok yoğun. Araba kiralamayı ise pek tavsiye etmiyorum, farklı trafik akışına alışmak kısa bir kalış sırasında oldukça zor. Tabii biraz yeşillik isterseniz “Hyde park, Regent Park, Kensington park ve Londra Hayvanat Bahçesi” güzel kaçış noktaları olabilir. Bir de tabii efsanevi Madame Tussaud Balmumu Müzesi de ilginç bir nokta.

Alışveriş meraklıları için Londra pahalı ama çok güzel olanaklar sunuyor. “4000 kişinin çalıştığı ve laeydi Diana’nın ölürken beraber olduğu sevgilisinin ailesine ait Harrods, Debenham, Marks & Spencer, Selfridges, Harvey Nichols, Liberty, HMV, Virgin, Dixon’s, Boots” gibi zincirlerin yanısıra tüm ünlü markaların dükkanları da yer almakta. Bu arada Avrupa’nın en büyük kitapevlerinden “Stonewater’s” ı da mutlaka tavsiye ediyorum. Bond, Oxford ve Regent caddeleri çok güzel dükkanlar ile dolu.

Yemek için tercih edebileceğiniz çok sayıda farklı mutfak var genedel 25-50 Sterlin civarından kaliteli yemek yemek mümkün.

Kısaca Londra size her türlü eğlence olanağı sunan, pahalı, tarihi ama modern, kalabalık ve oldukça değişken havalı bir metropol. Zaman bulabilirseniz şehrin dışında Oxford, Cambridge üniversite şehirlerini hatta yaklaşık 5000 yıllık geçmişe sahip Stonehenge’a kadar gitmek mümkün ya da Manş kanalı veya tünel ile Fransa’ya hızlı tren turu yapılabilir. Ayrıca katedarli ile ünlü Canterbury, Londra’nın sahil sayfiyesi Brighton, adını mutlaka duymuş olduğunuz Windsor Kalesi hemen yakınlarınızda.

20 Şubat 2005

CANNES

Bu seferki yazımda diğerlerinden biraz farklı olarak hem 2005 3GSM konferansından hem de Cote D’azur’un en güzel şehirlerinden biri Cannes’dan bahsetmek istiyorum.

Cannes, 1991’de yaklaşık 200 kişi ile başlayan ve bugün 40,000 kişiye ulaşan konferansa son kez ev sahipliği yapıyor. Gelecek sene konferans çok daha geniş konaklama, ulaşım ve fuar olanaklarını yaklaşık yüzde yirmi daha ucuz maliyet ile sağlayabilecek Barcelona’ya taşınıyor.

Konferanstan önce Cannes’dan bahsetmek istiyorum çünkü bu şehir aslında evsahipliği yaptığı başka önemli organizasyonlar ile de tanınmakta. Şehire aslında gelişme imkanı sağlayan kişi enteresan şekilde bir İngiliz soylusu olan Lord Brougham. Onun çevresindeki ingiliz sermaye ve ailelerinin gelmesi ile gelişen Cannes Çiçek Savaşı Festivalı, Mimoza Festivali, Uluslararası Tekne Yarışları ve hepimizin bildiği Uluslararası Film Festivaline ev sahipliği yapmakta.
Şehrin kalbi yaklaşık 2 kilometrelik bir cadde; “La Croissette”; Hotel Carlton, Royal Hotel, Martinez Hotel, Gazionaların ve Kongre Merkezinin bulunduğu bu cadde de oda fiyatları GSM konferansı sırasında yaklaşık 1000 Euro civarına kadar çıkmakta. Tüm otellerin önünde kendi özel plajları olan bu cadde tabii ki yaz-kış kalabalık. Büyük sayılabailecek bir yat limanı da bulunan Cannes biraz açığında çok güzel denizi olan iki ada , “Lerin” adaları bulunmakta.

Konferanstan bahsetmem gerekirse Cannes’ı oldukça değiştirdiğini söylemek mümkün. Yaklaşık 17 sene evvel turist olarak ve yazın gezdiğim Cannes’ın konferans versiyonunda yukrada bahsettiğim La Croissette dahil olmak üzere Kongre sarayının her tarafından fuar için hazırlanmış çadırlar, limanda kiralanan tekneler veya kiralanan binalar, tüm kahveler ve yollarda, büyük çoğunluğu erkek, bankacılardan aşağı kalmayacak ciddlikte giyinmiş ve ellerinde yüzlerce farklı telefon, PDA ve bilgisayar olan insanlar ortak bir vizyon ve heyecan ile genelde 3-5 harf ile kısaltılmış konuşmalar yapıyorlar.

Sıkça duyduğunuz kelimeler arasında “3G, Fixed-Mobile Convergence, Terminal, Interoperatibility issue, CDMA, MMS, 1Ev-DO, WIFI,WiMAX, HSDPA...” yer almakta. Temelde konferans son tüketiciye yönelik teknoji ve uygulama ağırlıklı bir hava ve kesinlikle bu mantıkla hazırlanmış bir fuardan oluşmakta. Dünyanın önde gelen Telekom operatör ve tedarikçilerinin hepsi kendilerini, birbirlerini ve bizi aslından bugün adına telefon dediğimiz aracın yarın yaşantımızda bir çok şeyi gerçekleştirmek için kullanacağımız bir araç haline geleceğe yönünde ikna etmeye çalışıyorlar. Tabii bu vizyona ulaşırken önerilen farklı teknoloji, uygulama ve cihazlar arasında kıyasıya bir rekabet var. Fuar içerisinde , dışında, fırsat olan her yede tedarikçiler, operatörlerin yönetici ve çalışanlarını ablukaya almış ve onları ikna etmeye çalışmaktalar.

Cevaplanmayan bir soru var; tüketici ne kadar bedel ile ne yapmak istiyor. Segmentasyon yolu ile farklı çözümler sunmak herkesin arzusu ama dünyanın her yerinde aynı gelir seviyeleri ve beklentiler olmaması, teknolojinin hızlı gelişimi, oepratörler, cihazlar arası uyumsuzluklar GSM’in hızlı gelişim ivmesi devam etsede esas amaç olan kesintisiz iletişimi henüz sağlamamakta. Bir başka deyişle istenen gelirlere de henüz ulaşılamamış durumda. Ama yapılan sunumlar ve sergilenen teknojileri gördükçe geleceğin aslında hem çok basit hem de çok karmaşık olacağına inanmaya başladım. Bu arada bir gazete de 1999 konferansı ile ilgili bir yazı buldum. Dönemin sunumları araısnda “Internet GPRS’ı engeller mi?”ki bugün beraber yaşayan iki teknoloji, “Yüzde elli penetrasyonun ötesine geçmek” ki bu sunumu Sonera yapmış (Bugün İskandinavya’da yüzde yüz penetrasyon varJ, “Mobil İletişim artık globalleşti” ki bu da komik artık olmayan Iridum şirketinin sunumu. Olmayan konular arasında ise SMS, Müzik ve Oyun İçerikleri var. Yanı şu ana bakarsak altı sene bir çok kimsenin hayat ettiğinden çok daha fazlasını getirirken, o zamanda konuşulan bazı konular hala istenen ilerlemeyi sağlamamış.

Konferansın genel havasını yansıtmak gerekirse Kongre Merkezi ve çevresindeki fuar alanları ana lokasyonu oluşturuyor. Konferans ana seansları Geleceğin Fırsatlarını Tanımlamak” başlığı altınd yapılrken, öğleden itibaren üç akışa bölünüyor; “Yeni Gelir Kaynakları yaratma Stratejileri, Servislerin Gelişimini Hızlandırmaya Yönelik Stratejiler, İçerik ve Mobil İletişim Sektörlerinin Bir Araya Gelmesi”. Her bir akış değişk sunumlar ve panellerden oluşmakta. Çoğunlukla CEOlar tarafından yapılan sunumlarda slından ortak mesajlar olduğu kadar biribirlerine yaptıkları göndermelerde var.Arada verilen uzun kahve araları fuarı gezmek için fırsat yaratmakta. Bunun dışından GSMA ve şirketlerin kendi düzenlediği oturumlarda var. Konferans sonrası kokteyler ve özel partilerde yapılan eğlenceler arasında.

Fuar boyunca günü özetleyen konferans gazetesi ve cep telefonundan ulaşabileceğin wap sayfaları ile de hiç bir anı kaçırmadan konfernası yaşamak mümkün.

Konferansın önemli anlarından biri bizim de ödül kazandığımız 2005 GSM Ödülleri. Sadece limtili sayıda yöneticini katıldığı bu gecenin heyecanını bizde CXOlarımıza telefon ile bağlanarak yaşadık.

Gelelim konferansın öbür yüzüne konaklama ve ulaşım. Cannes ne yazık ki bu konuda oldukça zayıf kalmış durumda. İnanılmaz paralar ödememize rağmen konaklanan otellerimiz istediğimiz kalitede değildi. En zoru ise yemek yiyebilmek. İlk akşam Sevgililer Günü olduğu için yerel ailelerde dışarıda yemek yediği için 2 saat boyunca yemek yiyecek yer bulamadık ve bekledik. Diğer günler için ilk yaptığımız iş tabiiki ilk önce yemek için rezervasyon yaptırmak oldu. Yemekler özellikle çorba, deniz ürünleri, etler, tatlılar ve tabiiki şaraplar çok güzel olmasına rağmen servis alabilmek hatta hesabı ödeyebilmek için bayağı uğraşmanız lazım. Taksi bulmak da çoğu zaman önemli bir sorundu.

Biraz da yazımızın gezi versiyonuna dönelim çünkü Cannes’in daha doğrusu Cote D’azur’un bir özelliği tren veya araba ile birbirine bağlanan bir çok güzel şehir ve kasabadan oluşması. Arkada Alplerin muhteşem görüntüsü önde bizim Ege sahillerimiz kadar güzel olmasa da oldukça temiz sayılabilecek plajları ile 1950-1980 arasında Avrupa’nın tatil sahili olan Fransız Riveriyası sonralarda ispanya Portekiz, Sicilya, Yunanistan, Hırvastistan ve Türkiye’ye önemli ölçüde pay kaptırmış durumda. Fransa halen yaklaşık 70 milyon turist ağırlamakta yani yaklaşık bizim 5 katımız.

İtalyan sınırından başlarsak şu aralar devam eden Limon Festivali ve çeşitli sanat, müzük organizasyonları ile ünlü eğlenceli bir yer olan Menton, tarihi kalesi ve nefis plajı ile Cap Martin, meşhur sarayı ve hepimizin bildiği hayat hikayeleri ile Monaco ki buraya gitmişken kayalara oyulmuş Deniz müzesini de gezmenizi öneririm. Özellikle geceleri devasa binaları, ışıklı tepeleri, ultra lüks yatları ile dolu limanı, gazinosu ve F1 dahil çeşitli yarışların yapıldığı yolları ile Monte Carlo, Picasso’ya ev sahpliği yapan ve bugun Avrupa’nın en büyük marinalarından biri olan Antibes, tepelik yerleşim yerleri ve nefis plajları ile Eze, Beaulieu Sur Mer, ünlü sahil caddesi Promenade des Anglais ve ünlü oteli Negresco, Ruhl gazinosu, kale ve müzeleri,limanı, plajları ve Fransa’nın 2.büyük havalimanı ile Nice, biraz daha uzaklarda Cap roux, Saint-Raphael ve Bridget Bardot ile tanınan sosyetin en ünlü durağı Saint-Tropez.

3 Ocak 2005

HAYALİ CENNET DUBAİ

Şu günlerde gazetelerde en sık rastladığınız tur ilanlarından bazıları muhakkak ki Dubai içindir. Sonunda söyleyeceğimi başta söyleyeyim; sadece merakınızı gidermek için 3 gününüzü buraya ayırabilirsiniz ama daha fazlası için eğer çok paranız yoksa kesinlikle düşünmeyin.
Dubai aslında çok eski bir yerleşim alanı ama 1950lilerde sadece 6 milyon USD civarından ithalatı olan bir ticaret limanı imiş. Yedi farklı kültür ve yapıdaki emirlikten oluşan Birleşik Arap Emirlikleri içerisinde Dubai aslında 2.büyük emirlik ama oldukça vizyoner biri olduğunu sandığım Şeyh Raşit Bin Seyid El Makdum ve ailesi burayı inanılmaz şekilde geliştirmiş. Bugün Dubai yaklaşık 10 milyon turistin geldiği ve yaklaşık 20 milyon USD ithalatı olan modern bir şehir ve inanılmaz büyümekte.

Aslında çok tezatlarla dolu bir şehir. Bir yandan inanılmaz gökdelenler ve iş merkezleri, golf ve yat kulüpleri öte yandan şantiye görünümünde sahiller, lüks oteller ve çölün hemen yanında evler, lüks arabalardan çıkan yerel giysili Araplar ama çokça rastlayabileceğiniz Ruslar derken şehir belli belirsiz bir karaktere ama çok iyi bir ambalaja sahip. Bun iyi örneği yeni yapılan Palm adası. Yaklaşık 120 km yeni sahil yaratan ve 40 otel, 2000 villa ve marinadan oluşan bu ütopik adanın tüm villaları yaklaşık 1 milyon USD ve üstü değerden satılmış durumda. Şehrin zaten her yani bu tip emlak yatırımları ile oldu. Bir çok Arap lüks villalardan çıkıp bu devasa siteler ve denizin kenarına yerleşmekte. Bahsettiğimiz deniz buna değer mi derseniz aslında sahilden anlayabileceğimiz tuzlu ve dalgalı bir su kütlesi.
Büyümeyi destekleyen bir başka bilgide 2010 için beklenen turist sayısı; küçük dilinizi yutabilirsiniz ama yaklaşık 50 milyon turist bekliyorlar.

Gerçekten boğucu bir çöl sıcağının hüküm sürdüğü Dubai klimalı bir araca kurulduğunuz aman gezebileceğiniz iki enteresan bölge var biri şehrin için özelliklede “Creek”denen nehrin iki yanı ve Jumeirah tabir edilen yaklaşık 30 dakika mesafedeki gittikçe gelişen sayfiye bölümü.

Jumeriah da genelde aralarında muhteşem Burj El Arap, Jumeirah Beach, Royal Mirage gibi otellerin bulunduğu beş yıldızlı tesisler, Wadi isimli su parkı ve Palm adası inşaatı var. Ayrıca dünyanın önde gelen bilgi teknolojileri ve medya şirketlerinin bölgesel merkezlerinin bulunduğu Internet ve Medya şehircikleri de burada. Burada kesinlikle görülmesi gereken makul bir ücret karşılığı gezilen Burj El Arap. Taksilerini Rolls Royce olduğu ve odalarının içerisinde gereksiz miktarda altından yapılmış eşyanın bulunduğu bu otelde açık büfe yemek makul bir fiyat iken 25.katta bulunan panoramik lokantada yemek hem inanılmaz pahalı hem de bayağı resmi bir prosedür ve inanmayacaksınız ama resmi kıyafet gerektiriyor.Tabii bu Kandura tabir edilen uzun ve beyaz, temiz bir lokal giysi giyen Araplar için geçerli değil.

Bu bölüm sekiz şeritli bir otoban ile şehre bağlanıyor. Bu yolculuk yaklaşık 25 USD tutmakta ama otellerinde düzenli shuttle servisleri var. Yol boyunca muhteşem gökdelenler ki mesela 350 metrelik Emirates Tower, National Bank binası gibi yerlerin önünden geçerek şehrin merkezine geliyorsunuz.

Şehre hayat veren yer tabii ki nehir. Nehrin bir tarafını Deira öbürü ise Bur Dubai ismini alıyor ve iki köprü ile bağlanıyor. Diğer bir ulaşım aracı ise Abra adı verilen yerel tekneler. Bu nehir boyunca Golf ve Yat Kulüpleri, Parklar, Devlet Binaları ki bunlarda gayet lüks binalar bulunmakta. Yaya gezmek gibi bir cesaretiniz varsa kendilerince Kapalıçarşı ‘ya benzettikleri ama çok daha küçük olan Altın Pazarı, Baharat Pazarı ve Giysi pazarı merak olsun diye gezilir yoksa standart bir Türk’ün burada bulacağı enteresan bir şey yok.
Dubai’nin enteresan bir özelliğe de Orta Doğunun spor başkenti olması. Her sene düzenlenen Golf, At Yarışı, Tenis, Motor ve Araba Yarışları, Çöl yarışları, Yelken, Açık Deniz tekne yarışlarına çok sayıda uluslar arası sporcu ve zengin katılmakta.

Gelelim şehre asıl ününü veren alışveriş olayına. Bence şehirde en abartılı konu bu. Her sene mart ayında düzenlenen festival ve Duty Free’si ile ünlü bu şehirde bence ancak düzenli bir takipçi ve iyi ilişkiler kuran biri gerçekten önemli bir fırsat yaratabilir.

Kendi deneyiminde hafif elektronik ürünlerde ( kamera, fotoğraf makinası, telefon) Türkiye’den iyi şartlar yakalamakla beraber Singapur ve Amerika’da çok daha iyi fiyatlar bulabildim üstelik Dubai genelde lokal garanti verirken diğer ülkelerde uluslararası garanti verilmekteki bu elektronik ürünlerde önemli bir konu. Bun karşılık Hi-Fi sistemler gibi daha ağır ürünlerde inanılmaz kampanyalar gördüm. Şehrin en önemli alışveriş merkezleri Burjuman ve Deira City Center. Wafi çok tanıtılan bir yer ama sadece pahalı markalar bulunmakta.

Dolayısı ile benim önerim gerçekten karlı alışveriş yapmak isterseniz hedefinizi Dubai değil. Özellikle indirim dönemlerinde ABD outletleri en inanılmaz fiyatları sunmaya devam etmekte ve USD düşerken tabii bizim içinde fırsat sunmakta.

Dubai’de mutlaka yapmanız gereken bir şey ise deneyimli şoförler ile yapılan Çöl Safarisi. Muhteşem bir deneyim ama bazılarının midesi kaldırmayabiliyor ya da daha kötüsü bazı durumlarda çölde saplanmak ya da ters dönmek de olası. Biz çok iyi bir şoföre rast geldik ve çok eğlendik. Safari turunda genelde bir bedevi çadırında yemek, dansöz, kum kayağı, deve gezisi gibi olanaklarda sunulmakta. Alpha Tur bu konuda gayet başarılı olsa gerek çünkü yaklaşık 10 araçlık bir konvoy oluşturmuşlardı. İsteyenler için Çölde çadır ya da lüks resortlarda konaklama, tekne turları, dalma turları, at ya da deve binme ya da çölde motor turları da yapılmakta.