14 Aralık 2004

DÜNYANIN HARİKALARI

Bir keresinde bir rehber dostum “Dünyayı gördüm demek için en az 100 ülke görmek gerekir demişti. Henüz beşte birini ancak tamamlayabildiğim bu turda bazen gezmek kadar okumak ve bilmek de tatmin edebiliyor. Geçenlerde gittiğim ve okuduklarımdan dünyanın görülmesi gereken önemli eserlerini bir toparlayayım istedim. Belki 100’den fazla insanlar tarafından yapılmış eserin bu listede yer alması gerektiği kesin. Buna doğal güzellikleri de eklerseniz bir bütün hayat bile buna yetemeyecek gibi gözüküyor.

Listemize bakarsak Avrupa beşbin yıllık bir mazi içerisinde oldukça ilginç eserler yaratmışa benziyor.
Kıtanın tarihi eserlerine gidersek İrlanda’da Dublin yakınlarında 17yyda keşfedilmiş ve yaklaşık 5000 yıllık geçmişi olduğun sanılan Newgrange mezarı ve Ingiltere’de Salisbury yakınlarında 4000 senelik çözülemeyen esrarı ile Kelt rahipleri tarafından yapıldığına inanılan Stonehenge anıt taşları başta gelir.

İlkçağ eserlerine bakarsak Yunanlıar tarafından yapılan Dünyanın beş harikası; Efes’teki Artemis tağınağı, Olimpia’daki Zeus Heykeli, Halikarnassos’taki Mauselion, Rodos heykeli ve İskenderiye Feneri bugüne kadar ulaşamamıştır. İskender’in imparatorluk sınırları içerisinde bulunan Babil’in asma bahçeleri de günümüze ulaşmayı başaramamışken bu devirden görülebilir tek eser Gize Piramitleridir. Ayakta duran eserlerden bahsedersek Akropolis’teki Parthenon veya bilinen adı ile Akropolis en eski eser olarak tanımlanabilir.

Avrupa’nın kuşkusuz eski eser turizminde lider ülkesi İtalya’dır.Roma’da Arena / Colosseum ve Panteon tapınağı, St.Peter ve Il Gesu Kiliseleri, İspanyol Merdivenleri, Caracalla Hamamı, ünlü eğik Pisa Kulesi, Venedik’te Dogen sarayı ve Büyük Kanal, Floransa’daki Santa maria del Fiore Kilisesi rahatlıkla bu listeye dahil edilebilir.

Daha yakın tarihli eserleri bulabileceğimiz iki ülke ise Fransa ve İngiltere’dir. Eyfel Kulesi, Versay sarayı, Paris’e tepeden bakan Sacre-Couer, Zafer Taktı, güneyde Pont Du Gard su kemerleri, gene Paris’te Pompidu Sanat Merkezi, Luvr Müzesi, gel git nedeni ile oldukça ilginç görüntüler veren Saint-Michel Kalesi Fransa’nın ihtişamını sergilerken, Britanya adasında Çin seddinin küçük kopyası Hadrian Duvarı, Windsor Kalesi, St Paul Katedrali, Parlamento Binası, Londra Kulesi listemizde yer alır.

Avrupa’daki önemli eserlerin büyük bir bölümü kilise ve saraylardan oluşmaktadır. Brüksel’deki Büyük saray, Moskova’da beş yüz yıldan beridir devletin simgesi olan Kremlin ve Leningrad yakınlarındaki Büyük saray, Avusturya’da Habsburg Hanedanının görkemli eseri Hofburg sarayı, 16 km’ den daha uzun koridoru içinde barındıran Madrid yakınlarındaki Escorial Manastırı ve Granada’daki Elhamra sarayı, bir kartal yuvasını andıran Bavyera Alplerindeki Neuschwanstein Kalesi, Macar Parlamento Binası, Gaudi’nin Barcelona’ya kazandırdığı ölümsüz eser Sagrada Familia Kilisesi, Prag’taki Hradschin Sarayı, Viyana’daki Belvedere Sarayı çağlar boyu yaratıcılığın eserleri olarak bugün hala yıllara meydan okumaktadırlar.

Avrupa’daki yolculuğumuz bir yana bırakıp Atlantik’i geçersek modern dünyanın görkemli eserleri ile tanışma fırsatı bulabiliriz. Kuzey Amerika’nın en eski eserleri 18.yüzyılın sonlarına dayanır. Virjinya’da ABD’nin 3.başkanı olan ve tarihe Bağımsızlık Bildirgesi ile geçmiş olan Thomas Jefferson aynı zamanda devrin başarılı bir mimarı olarak kendi evini tasarlamıştır.Washington’daki Capitol’un ilk planlarını da kendisi yapmıştır. Salt Lake City’deki ilginç Mormon tapınağı, New York’taki Özgürlük Anıtı, Güney Dakota’da başkanların portrelerinin kayalara yontulduğu Rushmore Dağı, modern mimarının övüncü Empire State Binası, 443 metrelik Chicago Sears binası, Nevada’daki devasa Hoover barajı, 1937’de açılan ve Kırmızı Köprü diye de bilinen San Fransisko Golden Gate köprüsü, St. Louis’deki Gateway Anıtı, Frank-Lloyd Wright’in içinden su kanaları ve şelaleleri geçen evi, New York’taki Guggenheim müzesi bize eski çağların sanatsallığını yansıtmasa da estetik ve fonksiyonel olarak geleceğin nasıl olacağı yolunda birer önemli kilometre taşı olarak Kuzey Amerika gezimizde bizi beklemektedir.

Orta Amerika’ya geldiğimizde Meksika’da Avrupa’da İtalya’nın sahip olduğu zengin koleksiyona eşdeğer bir görüntü sergilemektedir. Aztek ve Maya imparatorluklarından kalan ilginç eserler arasında Guatemala’daki piramitleri ile Tikal harabeleri, Meksiko City yakınındaki gene piramitler, geniş cadde ve sokaklardan, kutsal alanlardan oluşan ve Tanrıların Yeri anlamına gelen Teotihuacan ve Toltek ırkına ait Tula, iki ırkın farklı zamanlarda büyüttüğü efsanevi şehir Chichen Itza bize gelişmiş bir uygarlığın tarihe tanıklık eden eserleri olarak beklemekte.

Benzer tarzda eserler Güney Amerika’da , Kolombiya’daki Heykeller Vadisinde, Bolivya’da Tiahuanaco’da, Peru’da Chan Chan’da ve Machu Picchu’da bizleri beklemekte.Daha esrarengiz eserler arıyorsanız Peru’da Nazca yöresinde sırrı tam çözülememiş ve ancak yüksekten uçarken şekli anlaşılan çizgiler bulunmakta. Meraklıları için Erich von Daniken’in Tanrıların Arabaları isimli fantastik eserinde burası uzaylıların kullandığı bir alan olarak tanımlanmıştır. Güney Amerika ayrıca daha yeni sayılabilecek bazı eserlere de ev sahipliği yapmakta; Ekvador’daki La Compania Kilisesi, Buenos Aires’teki ünlülerin şarkı söylediği Colon Tiyatrosu, Rio de Janeiro’da yaklaşık 1000 metreden şehre bakan İsa Heykeli bunlar arasında.

Asya ve Orta Doğu’ya geldiğimizde Kudüs, İran’da Persepolis, Ürdün’de kutsal Hazine Avcılarından hatırlayacağınız Petra en eski eserler arasında yer almakta. Çin’deki efsanevi 6300 km uzunluğundaki Çin Seddi, yaklaşık 8000 kilden yapılmış askerin bulunduğu Terra-Cotta, Japanyo’daki 500 ton ağırlığındaki dev Buda heykelinin bulunduğu Nara, Endenozya’daki muhteşem Buda tapınağı Borobodur, dünyadaki en büyük tapınak kompleksi olan Kamboçya’daki Angkor Wat, gene Çin ‘deki Yasak Şehir, Hindistan’da tamamen ağaç oymacılığı ile yapılmış 60 metre yüksekliğindeki Meenakshi tapınağı, tabii ki Taç Mahal, ve Kırmızı Kale, Tibet’teki Buda’nın dağı anlamına gelen ve 1000 den fazla odası ve 20000 den fazla heykeli içinde barındıran Potala Sarayı dünyanın en büyük kıtasında bulabileceğimiz bazı nadir eserler.

Ve son durağımız Afrika. Artık şanı unutulmaya başlayan bu kıta bize dünyanın en gizemli eserlerinden bazılarını ; Piramitleri, Krallar Vadisi ve Karnak Harabelerini, Sudan’da Mereo Piramitlerini ve Büyük Zimbabwe krallığının kalıntılarını ve Etiyopya’da Lalibela Taş Mezarlarını sunmakta. Faz’taki Fez Medina, Tunus’ta Kartaca, Mısır’da iskenderiye ve Aswan barajı yapımı sırasında sökülerek daha güvenli bir yerde tekrar monte edilen Abu Simbel’deki dev Ramses heykelleri kıtanın diğer insan yapımı güzellikleri arasında.

Bu kadar eser arasında ülkemiz dünya klasmanında nerede yer alıyor. Aya Sofya, Sultanahmet Camii, Topkapı Sarayı bugün artık klasikler arasında. Nemrut’taki Kral Heykelleri ve Kapadokya’daki bir çok eserde gene literatürde yerini almış durumda.



Şimdi siz elinize bir kağıt kalem alıp bu muhteşem eserlerden kaç tanesini görmüş olduğunuzu bir not edin. Evet sayınız az değil mi ama hayat belki de yeteri kadar uzun. Bu insanlığın yaptığı muhteşem eserler gene insanlar tarafından yok edilmeden ziyaret etmeye çalışın.
Herkese iyi geziler..

11 Aralık 2004

ANDERSEN’İN MASAL ŞEHRİ KOPENHAG



Bu sefer yolculuğumuz Avrupa’nın küçük , soğuk ama bir o kadar renkli ülkesi Danimarka’ya. Yaklaşık 405 ada ve bir ana karadan oluşan, AB üyesi olmasına rağmen Euro’yı red eden bu ülkenin nüfusu topu topu 6 milyon olmakla birlikte Avrupa’nın en büyük gıda, bira, endüstriyel tasarımlar ve sanat ürünleri ihracatçıları arasında yer almakta. Bizim açımızdan da en rekabet-yoğun telekom sektörünün olduğu yerlerden biri olması açısından da enteresan.

Vikingler den bu yana yüzlerce yıllık tarihi olan Danimarka dünyanın en eski monarşi yönetimlerinden birine ve bayrağına sahip. Bugün dahi monarşi ile yönetilen bu ülkede Kraliçe 2.Margrethe yönetiminin yanı sıra sanatsal yetenekleri ile çok popüler bir kişilik. Kendisi 1972’den beri tahtta.

Hans Christian Andersen’in masallarından hatırlayacağınız bu şirin şehir çevresi ile birlikte yaklaşık 1,7 milyon nüfusa ev sahipliği yapıyor. Dünyanın en çok konferans yapılan şehirlerinden biri olan Kopenhag’ı çok rahat yaya olarak gezebilmekle beraber, bir kanal turu ile şehri farklı açılardan tanımak da mümkün.

Bir başka cazip özelliği 20 dakikalık kısa bir tren yolculuğu ile denizin üzerinde yapılmış, yaklaşık 16 km’lik uzunluğu ile dünyanın en uzun köprülerden birini, Oresund’u geçerek İşveç’e geçmeniz ve Malmö’yü de ziyarete edebiliyor olmanız. Bu günübirlik geziyi mutlaka tavsiye ederim. 17.yüzyıla kadar Danimarka Krallığının bir parçası olan güney İsveç’i zaten Danirmarka’dan ayırt etmek pek mümkün değil. Mimari olarak da gayet ilginç ve güzel bu şehirde ilk karşınıza gelen yer Stortoget meydanı. Burası 16.yüzyılda Avrupa’nın en büyük pazar alanlarından biri imiş ve o devirden kalan bazı binalar hala mevcut. Bu ilginç binalardan bazıları Belediye binası ve Lejonet/Aslan Eczanesi. Bu alanın hemen yakınında daha küçük ölçketeki Lilla Torg meydanı geliyor. Şehirdeki enteresan yerlerden biri Malmöhaus Kalesi ve Malmö müzesi. Buraya giden yolda ve Kalenin çevresinde çok sayıda park alanı mevcut. Özellikle yaz aylarında Malmö’2ye 20 dakka mesafede tamamen turistik amaçla kurulmuş bir Viking kasabasına gidebiliyormuşsunuz. Buradaki tüm kişiler ve ortam size eski çağların yenilmez savaşçılarının yaşantısını tanıtıyor, hatta bir Viking gemisi ile gezme şansınız bile varmış.

Kopenhag’a geri dönersek şehir aslında haritada adı görülmemekle beraber yerel halkın “Stroget” dediği belki 2-3 km uzunluğunda ancak olan ve temelde sadece yaya trafiğine açık bir cadde etrafında yaşanabiliyor. Benzeri örneklerinde olduğu gibi Stroget iki büyük meydan arasında yer alıyor; Kongens Nytorv ve Radhauspladsen.

Kongens Nytorv en önemli meydan denebilir. Burada Charlottenborg sarayı, Kraliyet Sanat Akademisi ve Kraliyet Tiyatrosu yer almakta. Alışveriş sevenler için en güzel yerlerden biri buradaki çok katlı alışveriş merkezi Magasin Du Nord. Bu meydanın uzantısı olan cadde de önemli bir yer;Vingardsstraede denilen bu caddede bazı lüks restoran ve dükkanlar ile Andersen’in yaşadığı ev bulunmakta.
Bu meydanın bağlandığı diğer enteresan bir yer ise Nyhavn.Yaklaşık 300 sene önce ticari sebeplerle denizin bir uzantısı olarak şehrin içine doğru açılan bu kanalda restore edilmiş muhteşem eski ahşap tekneler hala o günün havasını yansıtmakta. Birkaç yıl öncesine kadar hala dünya denizcileri tarafından eğlence amaçlı olarak sıkça gelinen bu alan, bugün etrafındaki lokanta ve oteller ile daha çok turistik bir yer.
Bu arada Danimarka’nın daha doğrusu Kopenhag’ın bir sembolü de gene Andersen tarafından ölümsüzleştirilen Küçük Deniz Kızı Heykeli. Eriksen tarafından yapılan ve 1913’te bugün ki yeri olan eski limana (haritada burasını Langelinie diye bulabilirsiniz)konan bu heykel aslından 1964’te bir saldırıya uğramış ve bilinmeyen kişiler tarafından baş bölümü kopartılmış ama daha sonra orijinaline uygun olarak tekrar restore edilmiş.Yalnız benim düşüncemi sorarsanız 2-3 günlük bir ziyaret için bu sevimli şehirde iseniz heykelin olduğu yere kadar gitmek için fazla zaman harcamanıza gerek yok çünkü yeteri kadar resim ve hediyelik eşyasına rastlıyorsunuz.

Dönelim Stroget’e. Burası sağlı sollu çok şirin bir sürü dükkanla dolu bir alışveriş caddesi olarak nitelenebilir.Danimarka kesinlikle mükemmel bir tasarım ve sanat ülkesi. Özellikle ev kullanımına yönelik ürünler çok ucuz olmamakla birlikte bu cadde üzerindeki dükkanlar bulabilirsiniz. Tavsiye edeceğim dükkanlar Rosental, muhteşem bir mobilya mağazası olan Illums Bolighus, Georg jensen, Royal Copenhagen sayılabilir. Bazı ürünlerin Türkiye’de bulunan fiyatları ile karşılaştırdığımızda fark en az 3 kat dolayısı ile biraz paralı gidip alışveriş yapmakta kesinlikle yarar var.

Alışveriş sevenleri bir an unutursak şehrin diğer ilginç yerlerinden biri Slotshelmen / Saray adası. Şehrin göbeğindeki bu küçük ada Christinasborg Sarayına bir başka deyiş ile Danimarka parlamentosuna ev sahipliği yapıyor. Ç

İlginç binaları, iki büyük kilisesi ve Kraliyet Denizcilik Müzesi ile Christianshavn, restoran ve eğlence merkezi Scala, 1843’ten beri Kopenhag’ın en önemli turistik merkezlerinden eğlence parkı Tivoli, modern alışveriş merkezi Fisketorvet, Carlsberg Bira Müzesinin bulunduğu Frederiksberg şehrin diğer önemli “görülmesi gerekenleri” arasında. Yaklaşık iki günde buraları gezmek mümkün. Carlsberg biraz müzesi gerçekten oldukça enteresan hele sonunda deneyebildiğiniz farklı bira çeşitleri ile 2 saat hoş zaman geçirebiliyorsunuz.

Eğer tren yolculuğunu seviyorsanız size çok yakın mesafelerde Danimarka’nın diğer güzellikleri bekliyor. Yaklaşık 40 dakika mesafede muhteşem bir bahçe ve deniz manzarası ile konumlanmış Louisana Modern sanat Müzesi yer almakta. Burada çok farklı sergiler açılıyor, oldukça güzel bir müze dükkanı var ve manzarası muhteşem. Biraz daha yol almayı göze alırsanız muhteşem Frederiksborg ve Kornborg kalelerine ulaşabilirsiniz. Yaklaşık 17 km güney batıda ise Danimarka’nın 20.yy da yaptığı en büyük müze Arken var. Burası yaklaşık yedi kilometrelik bir plaj, park ve kamp alanı ile çevrelenmiş durumda.

“Hygge”, arkadaşlar ile eğlenmek anlamına geliyor ve Danimarkalıların yaşamından önemli bir yer tutuyor. Genelde saat 16.00 civarı işlerinden çıkan Danimarkalılar bu amaçla restoran, bar ve kafeleri dolduruyorlar. Genelde bira eşliğinde ve açık büfe olarak yenen yemeklerde deniz ürünleri oldukça başarılı. Bu arada dünyaca ünlü Danimarka tatlılarını mutlaka tatmanızı öneririm. Ucuz bir yer olmamakla beraber fiyat / kalite dengesi oldukça iyi olan bu şirin şehir ayrıca bir başarılı bir caz müzik merkezi olarak da kabul edilmekte. 2001’de de Eurovizyon’a ev sahipliği yapan bu şehirde size Danimarkalılar gibi kaliteli ve keyifli hayatın tadını çıkarın.