14 Aralık 2004

DÜNYANIN HARİKALARI

Bir keresinde bir rehber dostum “Dünyayı gördüm demek için en az 100 ülke görmek gerekir demişti. Henüz beşte birini ancak tamamlayabildiğim bu turda bazen gezmek kadar okumak ve bilmek de tatmin edebiliyor. Geçenlerde gittiğim ve okuduklarımdan dünyanın görülmesi gereken önemli eserlerini bir toparlayayım istedim. Belki 100’den fazla insanlar tarafından yapılmış eserin bu listede yer alması gerektiği kesin. Buna doğal güzellikleri de eklerseniz bir bütün hayat bile buna yetemeyecek gibi gözüküyor.

Listemize bakarsak Avrupa beşbin yıllık bir mazi içerisinde oldukça ilginç eserler yaratmışa benziyor.
Kıtanın tarihi eserlerine gidersek İrlanda’da Dublin yakınlarında 17yyda keşfedilmiş ve yaklaşık 5000 yıllık geçmişi olduğun sanılan Newgrange mezarı ve Ingiltere’de Salisbury yakınlarında 4000 senelik çözülemeyen esrarı ile Kelt rahipleri tarafından yapıldığına inanılan Stonehenge anıt taşları başta gelir.

İlkçağ eserlerine bakarsak Yunanlıar tarafından yapılan Dünyanın beş harikası; Efes’teki Artemis tağınağı, Olimpia’daki Zeus Heykeli, Halikarnassos’taki Mauselion, Rodos heykeli ve İskenderiye Feneri bugüne kadar ulaşamamıştır. İskender’in imparatorluk sınırları içerisinde bulunan Babil’in asma bahçeleri de günümüze ulaşmayı başaramamışken bu devirden görülebilir tek eser Gize Piramitleridir. Ayakta duran eserlerden bahsedersek Akropolis’teki Parthenon veya bilinen adı ile Akropolis en eski eser olarak tanımlanabilir.

Avrupa’nın kuşkusuz eski eser turizminde lider ülkesi İtalya’dır.Roma’da Arena / Colosseum ve Panteon tapınağı, St.Peter ve Il Gesu Kiliseleri, İspanyol Merdivenleri, Caracalla Hamamı, ünlü eğik Pisa Kulesi, Venedik’te Dogen sarayı ve Büyük Kanal, Floransa’daki Santa maria del Fiore Kilisesi rahatlıkla bu listeye dahil edilebilir.

Daha yakın tarihli eserleri bulabileceğimiz iki ülke ise Fransa ve İngiltere’dir. Eyfel Kulesi, Versay sarayı, Paris’e tepeden bakan Sacre-Couer, Zafer Taktı, güneyde Pont Du Gard su kemerleri, gene Paris’te Pompidu Sanat Merkezi, Luvr Müzesi, gel git nedeni ile oldukça ilginç görüntüler veren Saint-Michel Kalesi Fransa’nın ihtişamını sergilerken, Britanya adasında Çin seddinin küçük kopyası Hadrian Duvarı, Windsor Kalesi, St Paul Katedrali, Parlamento Binası, Londra Kulesi listemizde yer alır.

Avrupa’daki önemli eserlerin büyük bir bölümü kilise ve saraylardan oluşmaktadır. Brüksel’deki Büyük saray, Moskova’da beş yüz yıldan beridir devletin simgesi olan Kremlin ve Leningrad yakınlarındaki Büyük saray, Avusturya’da Habsburg Hanedanının görkemli eseri Hofburg sarayı, 16 km’ den daha uzun koridoru içinde barındıran Madrid yakınlarındaki Escorial Manastırı ve Granada’daki Elhamra sarayı, bir kartal yuvasını andıran Bavyera Alplerindeki Neuschwanstein Kalesi, Macar Parlamento Binası, Gaudi’nin Barcelona’ya kazandırdığı ölümsüz eser Sagrada Familia Kilisesi, Prag’taki Hradschin Sarayı, Viyana’daki Belvedere Sarayı çağlar boyu yaratıcılığın eserleri olarak bugün hala yıllara meydan okumaktadırlar.

Avrupa’daki yolculuğumuz bir yana bırakıp Atlantik’i geçersek modern dünyanın görkemli eserleri ile tanışma fırsatı bulabiliriz. Kuzey Amerika’nın en eski eserleri 18.yüzyılın sonlarına dayanır. Virjinya’da ABD’nin 3.başkanı olan ve tarihe Bağımsızlık Bildirgesi ile geçmiş olan Thomas Jefferson aynı zamanda devrin başarılı bir mimarı olarak kendi evini tasarlamıştır.Washington’daki Capitol’un ilk planlarını da kendisi yapmıştır. Salt Lake City’deki ilginç Mormon tapınağı, New York’taki Özgürlük Anıtı, Güney Dakota’da başkanların portrelerinin kayalara yontulduğu Rushmore Dağı, modern mimarının övüncü Empire State Binası, 443 metrelik Chicago Sears binası, Nevada’daki devasa Hoover barajı, 1937’de açılan ve Kırmızı Köprü diye de bilinen San Fransisko Golden Gate köprüsü, St. Louis’deki Gateway Anıtı, Frank-Lloyd Wright’in içinden su kanaları ve şelaleleri geçen evi, New York’taki Guggenheim müzesi bize eski çağların sanatsallığını yansıtmasa da estetik ve fonksiyonel olarak geleceğin nasıl olacağı yolunda birer önemli kilometre taşı olarak Kuzey Amerika gezimizde bizi beklemektedir.

Orta Amerika’ya geldiğimizde Meksika’da Avrupa’da İtalya’nın sahip olduğu zengin koleksiyona eşdeğer bir görüntü sergilemektedir. Aztek ve Maya imparatorluklarından kalan ilginç eserler arasında Guatemala’daki piramitleri ile Tikal harabeleri, Meksiko City yakınındaki gene piramitler, geniş cadde ve sokaklardan, kutsal alanlardan oluşan ve Tanrıların Yeri anlamına gelen Teotihuacan ve Toltek ırkına ait Tula, iki ırkın farklı zamanlarda büyüttüğü efsanevi şehir Chichen Itza bize gelişmiş bir uygarlığın tarihe tanıklık eden eserleri olarak beklemekte.

Benzer tarzda eserler Güney Amerika’da , Kolombiya’daki Heykeller Vadisinde, Bolivya’da Tiahuanaco’da, Peru’da Chan Chan’da ve Machu Picchu’da bizleri beklemekte.Daha esrarengiz eserler arıyorsanız Peru’da Nazca yöresinde sırrı tam çözülememiş ve ancak yüksekten uçarken şekli anlaşılan çizgiler bulunmakta. Meraklıları için Erich von Daniken’in Tanrıların Arabaları isimli fantastik eserinde burası uzaylıların kullandığı bir alan olarak tanımlanmıştır. Güney Amerika ayrıca daha yeni sayılabilecek bazı eserlere de ev sahipliği yapmakta; Ekvador’daki La Compania Kilisesi, Buenos Aires’teki ünlülerin şarkı söylediği Colon Tiyatrosu, Rio de Janeiro’da yaklaşık 1000 metreden şehre bakan İsa Heykeli bunlar arasında.

Asya ve Orta Doğu’ya geldiğimizde Kudüs, İran’da Persepolis, Ürdün’de kutsal Hazine Avcılarından hatırlayacağınız Petra en eski eserler arasında yer almakta. Çin’deki efsanevi 6300 km uzunluğundaki Çin Seddi, yaklaşık 8000 kilden yapılmış askerin bulunduğu Terra-Cotta, Japanyo’daki 500 ton ağırlığındaki dev Buda heykelinin bulunduğu Nara, Endenozya’daki muhteşem Buda tapınağı Borobodur, dünyadaki en büyük tapınak kompleksi olan Kamboçya’daki Angkor Wat, gene Çin ‘deki Yasak Şehir, Hindistan’da tamamen ağaç oymacılığı ile yapılmış 60 metre yüksekliğindeki Meenakshi tapınağı, tabii ki Taç Mahal, ve Kırmızı Kale, Tibet’teki Buda’nın dağı anlamına gelen ve 1000 den fazla odası ve 20000 den fazla heykeli içinde barındıran Potala Sarayı dünyanın en büyük kıtasında bulabileceğimiz bazı nadir eserler.

Ve son durağımız Afrika. Artık şanı unutulmaya başlayan bu kıta bize dünyanın en gizemli eserlerinden bazılarını ; Piramitleri, Krallar Vadisi ve Karnak Harabelerini, Sudan’da Mereo Piramitlerini ve Büyük Zimbabwe krallığının kalıntılarını ve Etiyopya’da Lalibela Taş Mezarlarını sunmakta. Faz’taki Fez Medina, Tunus’ta Kartaca, Mısır’da iskenderiye ve Aswan barajı yapımı sırasında sökülerek daha güvenli bir yerde tekrar monte edilen Abu Simbel’deki dev Ramses heykelleri kıtanın diğer insan yapımı güzellikleri arasında.

Bu kadar eser arasında ülkemiz dünya klasmanında nerede yer alıyor. Aya Sofya, Sultanahmet Camii, Topkapı Sarayı bugün artık klasikler arasında. Nemrut’taki Kral Heykelleri ve Kapadokya’daki bir çok eserde gene literatürde yerini almış durumda.



Şimdi siz elinize bir kağıt kalem alıp bu muhteşem eserlerden kaç tanesini görmüş olduğunuzu bir not edin. Evet sayınız az değil mi ama hayat belki de yeteri kadar uzun. Bu insanlığın yaptığı muhteşem eserler gene insanlar tarafından yok edilmeden ziyaret etmeye çalışın.
Herkese iyi geziler..

11 Aralık 2004

ANDERSEN’İN MASAL ŞEHRİ KOPENHAG



Bu sefer yolculuğumuz Avrupa’nın küçük , soğuk ama bir o kadar renkli ülkesi Danimarka’ya. Yaklaşık 405 ada ve bir ana karadan oluşan, AB üyesi olmasına rağmen Euro’yı red eden bu ülkenin nüfusu topu topu 6 milyon olmakla birlikte Avrupa’nın en büyük gıda, bira, endüstriyel tasarımlar ve sanat ürünleri ihracatçıları arasında yer almakta. Bizim açımızdan da en rekabet-yoğun telekom sektörünün olduğu yerlerden biri olması açısından da enteresan.

Vikingler den bu yana yüzlerce yıllık tarihi olan Danimarka dünyanın en eski monarşi yönetimlerinden birine ve bayrağına sahip. Bugün dahi monarşi ile yönetilen bu ülkede Kraliçe 2.Margrethe yönetiminin yanı sıra sanatsal yetenekleri ile çok popüler bir kişilik. Kendisi 1972’den beri tahtta.

Hans Christian Andersen’in masallarından hatırlayacağınız bu şirin şehir çevresi ile birlikte yaklaşık 1,7 milyon nüfusa ev sahipliği yapıyor. Dünyanın en çok konferans yapılan şehirlerinden biri olan Kopenhag’ı çok rahat yaya olarak gezebilmekle beraber, bir kanal turu ile şehri farklı açılardan tanımak da mümkün.

Bir başka cazip özelliği 20 dakikalık kısa bir tren yolculuğu ile denizin üzerinde yapılmış, yaklaşık 16 km’lik uzunluğu ile dünyanın en uzun köprülerden birini, Oresund’u geçerek İşveç’e geçmeniz ve Malmö’yü de ziyarete edebiliyor olmanız. Bu günübirlik geziyi mutlaka tavsiye ederim. 17.yüzyıla kadar Danimarka Krallığının bir parçası olan güney İsveç’i zaten Danirmarka’dan ayırt etmek pek mümkün değil. Mimari olarak da gayet ilginç ve güzel bu şehirde ilk karşınıza gelen yer Stortoget meydanı. Burası 16.yüzyılda Avrupa’nın en büyük pazar alanlarından biri imiş ve o devirden kalan bazı binalar hala mevcut. Bu ilginç binalardan bazıları Belediye binası ve Lejonet/Aslan Eczanesi. Bu alanın hemen yakınında daha küçük ölçketeki Lilla Torg meydanı geliyor. Şehirdeki enteresan yerlerden biri Malmöhaus Kalesi ve Malmö müzesi. Buraya giden yolda ve Kalenin çevresinde çok sayıda park alanı mevcut. Özellikle yaz aylarında Malmö’2ye 20 dakka mesafede tamamen turistik amaçla kurulmuş bir Viking kasabasına gidebiliyormuşsunuz. Buradaki tüm kişiler ve ortam size eski çağların yenilmez savaşçılarının yaşantısını tanıtıyor, hatta bir Viking gemisi ile gezme şansınız bile varmış.

Kopenhag’a geri dönersek şehir aslında haritada adı görülmemekle beraber yerel halkın “Stroget” dediği belki 2-3 km uzunluğunda ancak olan ve temelde sadece yaya trafiğine açık bir cadde etrafında yaşanabiliyor. Benzeri örneklerinde olduğu gibi Stroget iki büyük meydan arasında yer alıyor; Kongens Nytorv ve Radhauspladsen.

Kongens Nytorv en önemli meydan denebilir. Burada Charlottenborg sarayı, Kraliyet Sanat Akademisi ve Kraliyet Tiyatrosu yer almakta. Alışveriş sevenler için en güzel yerlerden biri buradaki çok katlı alışveriş merkezi Magasin Du Nord. Bu meydanın uzantısı olan cadde de önemli bir yer;Vingardsstraede denilen bu caddede bazı lüks restoran ve dükkanlar ile Andersen’in yaşadığı ev bulunmakta.
Bu meydanın bağlandığı diğer enteresan bir yer ise Nyhavn.Yaklaşık 300 sene önce ticari sebeplerle denizin bir uzantısı olarak şehrin içine doğru açılan bu kanalda restore edilmiş muhteşem eski ahşap tekneler hala o günün havasını yansıtmakta. Birkaç yıl öncesine kadar hala dünya denizcileri tarafından eğlence amaçlı olarak sıkça gelinen bu alan, bugün etrafındaki lokanta ve oteller ile daha çok turistik bir yer.
Bu arada Danimarka’nın daha doğrusu Kopenhag’ın bir sembolü de gene Andersen tarafından ölümsüzleştirilen Küçük Deniz Kızı Heykeli. Eriksen tarafından yapılan ve 1913’te bugün ki yeri olan eski limana (haritada burasını Langelinie diye bulabilirsiniz)konan bu heykel aslından 1964’te bir saldırıya uğramış ve bilinmeyen kişiler tarafından baş bölümü kopartılmış ama daha sonra orijinaline uygun olarak tekrar restore edilmiş.Yalnız benim düşüncemi sorarsanız 2-3 günlük bir ziyaret için bu sevimli şehirde iseniz heykelin olduğu yere kadar gitmek için fazla zaman harcamanıza gerek yok çünkü yeteri kadar resim ve hediyelik eşyasına rastlıyorsunuz.

Dönelim Stroget’e. Burası sağlı sollu çok şirin bir sürü dükkanla dolu bir alışveriş caddesi olarak nitelenebilir.Danimarka kesinlikle mükemmel bir tasarım ve sanat ülkesi. Özellikle ev kullanımına yönelik ürünler çok ucuz olmamakla birlikte bu cadde üzerindeki dükkanlar bulabilirsiniz. Tavsiye edeceğim dükkanlar Rosental, muhteşem bir mobilya mağazası olan Illums Bolighus, Georg jensen, Royal Copenhagen sayılabilir. Bazı ürünlerin Türkiye’de bulunan fiyatları ile karşılaştırdığımızda fark en az 3 kat dolayısı ile biraz paralı gidip alışveriş yapmakta kesinlikle yarar var.

Alışveriş sevenleri bir an unutursak şehrin diğer ilginç yerlerinden biri Slotshelmen / Saray adası. Şehrin göbeğindeki bu küçük ada Christinasborg Sarayına bir başka deyiş ile Danimarka parlamentosuna ev sahipliği yapıyor. Ç

İlginç binaları, iki büyük kilisesi ve Kraliyet Denizcilik Müzesi ile Christianshavn, restoran ve eğlence merkezi Scala, 1843’ten beri Kopenhag’ın en önemli turistik merkezlerinden eğlence parkı Tivoli, modern alışveriş merkezi Fisketorvet, Carlsberg Bira Müzesinin bulunduğu Frederiksberg şehrin diğer önemli “görülmesi gerekenleri” arasında. Yaklaşık iki günde buraları gezmek mümkün. Carlsberg biraz müzesi gerçekten oldukça enteresan hele sonunda deneyebildiğiniz farklı bira çeşitleri ile 2 saat hoş zaman geçirebiliyorsunuz.

Eğer tren yolculuğunu seviyorsanız size çok yakın mesafelerde Danimarka’nın diğer güzellikleri bekliyor. Yaklaşık 40 dakika mesafede muhteşem bir bahçe ve deniz manzarası ile konumlanmış Louisana Modern sanat Müzesi yer almakta. Burada çok farklı sergiler açılıyor, oldukça güzel bir müze dükkanı var ve manzarası muhteşem. Biraz daha yol almayı göze alırsanız muhteşem Frederiksborg ve Kornborg kalelerine ulaşabilirsiniz. Yaklaşık 17 km güney batıda ise Danimarka’nın 20.yy da yaptığı en büyük müze Arken var. Burası yaklaşık yedi kilometrelik bir plaj, park ve kamp alanı ile çevrelenmiş durumda.

“Hygge”, arkadaşlar ile eğlenmek anlamına geliyor ve Danimarkalıların yaşamından önemli bir yer tutuyor. Genelde saat 16.00 civarı işlerinden çıkan Danimarkalılar bu amaçla restoran, bar ve kafeleri dolduruyorlar. Genelde bira eşliğinde ve açık büfe olarak yenen yemeklerde deniz ürünleri oldukça başarılı. Bu arada dünyaca ünlü Danimarka tatlılarını mutlaka tatmanızı öneririm. Ucuz bir yer olmamakla beraber fiyat / kalite dengesi oldukça iyi olan bu şirin şehir ayrıca bir başarılı bir caz müzik merkezi olarak da kabul edilmekte. 2001’de de Eurovizyon’a ev sahipliği yapan bu şehirde size Danimarkalılar gibi kaliteli ve keyifli hayatın tadını çıkarın.

22 Kasım 2004

KAHİRE ve TARİHSEL MISIR

Daha evvelki yazımda Mısır’ın genel özelliklerini ve Kızıldeniz’i biraz olsun tanıtmaya çalışmıştım. Bu seferde kendi deneyimimim doğrultusunda Kahire ve Mısır Uygarlığını tanıtmaya çalışacağım.

Sharm El Sheik – Kahire arası yaklaşık 520 kilometre. Altı saat süren ve çoğunlukla ıssız bir çöl ile sarı parlak ışıklı kasabalardan oluşan yolun diğer bir standart parçası Güvenlik kontrol noktaları. Yaklaşık sekiz tane kontrol noktası geçiyorsunuz. Şunu belirtmek lazım ki Mısır’daki en yaygın meslek polislik ve askerlik gibi gözüküyor. Nerede ise her köşe başında böyle bir meslek erbabı bulmak mümkünJ

Bu yol üzerinde Süveyş şehrinin hemen yakınında adını 1973 savaşının bir kahramanından alan Ahmet Hamdi Tüneli Sina yarımadasının karayolu bağlantı noktası. Tünel yakalşık 1 km sürüyor ve denzizin altından geçiyor.Efsaneye göre burası ayrıca İsrailoğullarının geçiş için kullandığı yerdir.

Sina tarafından gelirken Kahire’ye yaklaşık 40 km uzaklıktan itibaren oldukça uzun bir güzergahta askeri üsler bulunmakta. Şehire giriş noktasında yeni Kahire olarak nitelenen ve daha modern bölüm başlamakta.

Mısır’ın tarihinde Nil nehri ve deltası önemli rol oynamakta. MÖ 8000 yıllarından beri burada insanlar yaşamakta. Mısır tarihi de yaklaşık MÖ 3000 yılından beri neredeyse yazılı olarak takip edilmekte. Bu bağlamda Kahire oldukça yeni yaklaşık 1500 senelik şehir. Arapça “Al-Qahirah / üstün gelen” anlamına gelen Kahire bugün 14,000,000 toplam nüfusu ve km kare başına 31,000 kişi ile Afrika’nın en büyük ve en yoğun yerleşilmiş şehridir.

Bu devasa metropol eski ve yeni olarak ikiye ayrılmaktadır. Yeni şehir “Gezire ve Roda” adalarını da kapsar. Çeşitli köprülerle birbirine bağlı şehrin en önemli meydanı Tahrir meydanıdır. Eski şehir çok daha fakir görünümüne rağmen kilise, sinagog ve camileri ile farklı medeniyetlerinin bu toprakta bıraktığı izleri hala taşımaktadır. Bu bölümde şehrin ayrıca “Ölüler Şehri” denen kısmı da bulunmaktadır. Bizdeki mermer mezarlar yerine küçük evler şeklinde ve bir dizi cami arasında bulunan mezarlardan oluşturulmuş bu yer zamanla evsizlerin yerleşim alanı olmuş.

Şehrin bir çok bölümünde farklı uygarlıklardan eserler bulmak mümkün; Memlük sultanlarından Kansu Gavri’nin mezarı, 8 kapılı El Azhar, Sultan Kalavun, ve 1125 tarihli El Akmar Camileri, Sultan Berkuk Medresesi, 1362 tarihli Sultan Hasan Camisi, 1912 tarihli ve bir bayan mimar tarafında yapılmış olan Al-Rifa , Mehmet Ali Paşa ve 879 tarihli Ahmed Bin Tolun camileri, Gayer-Anderson sarayı şehrin önemli eserleri arasında geçer.

Kahire’nin en hareketli yerlerinden biri ise şüphesiz Han El Halili pazarı.Burası aslında Kahire’nin Kapalı çarsısı olarak tanıtılsa da kesinlikle aynı büyüklük ve güzellikte bir yer değil. Daha çok birbirine bağlı dar sokaklardaki dükkanlardan oluşan bir yer. Pazarlığı sevenler için burada Mısır ile ilgili tüm hediyelik eşyaları bulmak ve almak mümkün. Ayrıca çok sayıda kahve ve restoranlarıda buraya Sultanahmet meydanı benzeri bir hava katmakta. Mısır’da kahveler aslında nargile içilmek amacı ile var olan yerler dolayısı ile bizdeki gibi kağıt oyunları veya tavla yaygın değil. Bugün Türkiye’de bulunan farklı tatlardaki tüm nargile tütünleri Mısır’dan gelmekte. Ayrıca buradaki nargile çeşitleri de Türkiye’ye göre biraz daha zengin.

Kahire’de İslam Sanatları Müzesi, Kopt Müzesi, Mehmed Ali Paşanın sarayı olarak da bilinen Menyal Sarayı Müzesi, Muhammed Mahmud Halili Müzesi ve tabii ki dünyaca ünlü Mısır müzesi önemli görülecek müzeler arasında.

Benim tavsiyem hayal kırıklığına uğrama ihtimaliniz yüksek olsa da Mısır Müzesini mutlaka gezmeniz. Saat 14.30’da kapanan bu müzeyi sabahtan gezmek daha mantıklı. Teorik olarak muhteşem bir koleksiyona sahip olmakla beraber müzecilik anlayışı olarak eşdeğer gösterilebilecek Batılı müzelerden çok daha geri durumda bulunmakta. Bu arada İstanbul’daki arkeoloji ve etnografya müzelerinde de önemli Mısır tarihine ait eserler bulunmakta. Bu durum aslında çok şaşırtıcı değil, dünyanın belli başlı tüm büyük müzelerinde özellikle 19 ve 20.yyda Mısır’dan taşınmış çok sayıda muhteşem esre bulunmakta özellikle Louvre bu konudaki en iyi koleksiyona sahip ve zaten son yıllarda yapılan cam bir piramit içerisinde sergiliyor. Esasen 18.yüzyılda Mısır’ın tanınmasını sağlayanları Fransızlar ve özellikle Napoleon olduğunu belirtmek gerekir.

Müzenin aslında en önemli esere 32.salonda bulunan Büyük Rahip Rahotep ve eşi Nofret’in heykeli. Bu heykellerin özellikle gözlerine dikkat etmenizi öneririm. Kullanılan bir teknik ve özel taşlar ile gözler canlı gibi gözükmekte. Mısır müzesinin en çok bilinen eseri ise Tutankamon’un lahti, maskesi ve hazineleri. Aslında kendisi 19 yaşında gizemli şekilde ölen ve önemsiz bir Kral.

Krallar vadisindeki tamamlanmamış mezarı 1922’de İngiliz arkeolog Howard Carter tarafından tesadüfen bulunmuş. Tutankamon’un laneti de bilenen bir efsane. Bu mezarın açılmasında yer alan 12 kişi, Mısırların mezarları korumak için kullandıkları ve radyasyon yaydığı bilinen maddeler maruz kaldıkları için birbirine yakın tarihlerde ölmüşlerdir. Tutankamon’un hazinesi mezar hırsızlarının ulaşamadığı belki de tek firavun hazinesidir. Böyle önemsiz bir kralın bile 1700 parçalık bile hazinesinin olduğu düşünülürse efsanevi kral 2. Ramses’in hazinesini varın siz düşünün.

Mısır’ın bir başka ilginç özelliği de papirüs sanatı.Şehrin bir çok yerinde size papirüsün hazırlanışını gösteren aktivitelerin ve elle boyanmış, sertifikalı papirüslerin bulunabileceği atölye-dükkanlar yer almakta. Yaklaşık 12 günlük bir süreçte oluşan papirüs kağıdı gerçekten inanılmaz sağlam. Bilindiği üzere Papirüs Mısır’ın eski tarihini aydınlatılmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Jean-Francois Camillion’un 1822’de Hiyeroglif yazısını çözmesi ile birlikte Mısır’ın tarihi açıklığa kavuşmuş oldu.

Kahire’yi dünyaya tanıtan eserler ise Kahire’nin yakındaki daha doğrusu fakir güney mahallerinin veya Piramitler caddesinin hemen bitimindeki Gize Piramitleridir. Bir dönem Uzaylıların eseri kabul edilen Piramitler aslında yeniden dünyaya gelişe inanan Firavunların onlara gerekecek tüm eşya ve yakınları ile birlikte gömüldükleri mezarlık kompleksleridir. Bugün Gize Piramitleri ilkçağı yedi harikasından biri olarak yaklaşık 5000 yıldır ayaktalar.

Aslında Nil nehir boyunca Piramitler Dünyası diye de isimlendirilen bir alanda keşfedilmiş seksende fazla piramit bulunmakta. En eskileri MÖ 3000 yılı civarına dayanmakta olan piramitlerin aslında önceler sadece dikdörthen taban üzerinde yapıldığı bilinmkte. Taşları üst üste konması ile yapılan ilk piramit örneği Sakkara’daki Firavun Koser için yapılmış olandır.

Gize Piramitleri aslında oldukça geniş alana yayılmış bir kompleks; 4.sülale yani MÖ 2600 yıllarında yapılmış olan üç piramit ile Sfenks’ten oluşan yapıda Keops piramidi 137, Kefren 136,5 ve Mikerinos piramidi ise 66 metre boyunda. Bu piramitlerin çevresinde ayrıca soylulara ait mezarlar ve firavun eşlerine ait küçük boyutta piramitler ve tapınaklar bulunmakta. Kefren piramidin tepesinde biraz daha pürüzsüz taşlar göze çarpmakta.Ayrıca gene Keops’un yanında 1954 yılında ortaya çıkarılan 46 metre boyundaki Kralın Teknesi özel bir yapının içerisinde sergilenmekte.

Yapımları ile ilgili çok spekülasyon yapılan bu piramitler yakında devasa gözükmekte ve insanı büyülemekte. Aslında yapılışlarını gözümüzde canlandırmak için ilk önce Nil nehrinin o zaman yaklaşık 100 metre mesafede olduğunu düşünmek lazım. Buraya tekneler ile getirilen taşlar oluşturulan bir rampa üzerinde temelde hayvan gücü ile çekilmekte ve daha sonra bugünkü vinçlere benzeyen tahta mekanizmalar vasıtası ile iç ve dış yapıda taşların üstü üste konması şeklinde tamamlanmakta idi. Tabii ilginç olan bunu ancak kitaplardan okuyabiliyor olmanız. Sabahın sekizinde sıra oluştuğu için bekleyerek girdiğiniz bölgede bu tip bilgileri bulmak mümkün değil ancak piramitlerin çevresini dolaşmak ve iki tanesinin içine girmek yapılabilecek aktiviteler.

Piramitlerin içi de aslında dışı kadar enteresan olduğu söyleniyor. Labirent ve tuzaklardan oluşan iç yapılar ne yazık ki mezar soyguncularına ve hırsızlara engel olamamış. Rivayet o ki mezar soygunculuğu 19.yy da vergi alınan bir zanaat imiş.

Büyük piramidin içini gezmek mümkün ama biz küçük piramidi gezmeyi tercih ettik. İkisi arasında bire on fiyat farkı var ama daha önemlisi piramitlerin için çok sıcak ve klostrofobik yerler; küçük piramit rehbersiz ve 15-20 dakikada ve az eziyetle gezilirken, büyük piramit yaklaşık bir saat civarı ve ancak bir rehber ile gezilebiliyor. İlk iniş ise iki büklüm olmanız gerektiren hayli derinlere varan bir iniş.

Piramitlerin biraz ilerisinde fotoğraf meraklıları için enteresan olan ve tüm yapıların bir arada aynı kareye alınabildiği bir teras var. Bu arada ayrıca deve gezisi ve alış veriş için seyyar tezgahlarda söz konusu. Bu nokta aslında biraz komik görüntülerde yaratıyor. Çevrede araba trafiğine benzeyen bir deve trafiği oluşuyor ama fotoğrafını çekiğiniz zaman hemen yanı başınızda bahşiş isteyen bir bedevi bitebiliyor. Birde Japonların buluşu perspektif oyunlar var. Bu yerde piramidin ucunu elinizle tutar ya da piramiti avucunuzu aldığınızı gösteren fotoğraflar üretmeniz mümkün.

Geldik Gize’nin son sürprizine yani insan kafalı aslan biçiminde ve 21 metrelik boyu ve 73 metrelik uzunluğu ile piramitleri koruyan Sfenks’e. Kefren piramidinin hemen önündeki bu heykel defalarca kum fırtınaları ile üstü örtülmüş; en son 1926’da tamamen temizlenmiş. 1998’de turizme açılmış. Sfenks’in tek eksiği var kırılan burnu. Bu parçada bildiğim kadarı ile İngiltere’de sergilenmekte.


Önündeki tapınak kalıntısında genelde rehberler tarafından mumyalama sanatı konusunda bilgi veriliyor çünkü bu tapınak aslında ölen firavunun vücudunun ilk getirildiği yer. Mumyalamanın temelinde vücudun su üreten ve tutan yani çürüyebilecek tüm iç organlardan arınması ve daha sonra özel bir teknik ile sarılması yatıyor. Vücuttan çeşitli yöntemler ile çıkarılan organlarda genelde belli solüsyonlar içerisinde kavanozlarda mumyanın yanında bırakılıyor.

Kahire’de diğer yapabileceğiniz geziler içerisinde 182 metrelik Kahire kulesine çıkmak ya da Nil üzerinde yemekli bir tekne gezisi yer almakta. Genelde oldukça süslü olan bu gemilerde açık büfe ve gayet yeterli bir yemek sunulmakta. Onun yanı sıra düzenlenen programda yabancı pop parçalardan modern Mısır müziğine çeşitli parçalar söylenmekte ve programın zirve noktasını dansöz ve zenne oluşturmakta.

Kahire’den sıkıldınız ve eski Mısır uygarlığına hayransınız. Bu durumda sizi İskenderiye’den Sudan sınırına kadar Nil boyunca veya Nil üzerinde devam edecek uzun bir gezi bekliyor. Kahire sonrasında bu rotada Mısır’daki en eski piramitin olduğu Sakkara, antik Mısır’ın başkenti Memfis, ilginç piramitleri ile Dahsur ve Maydum., efsanevi Krallar ve Kraliçeler Vadisi, 2. Ramses tapınağı, Deir El Bahri tapınağı, 134 sütundan oluşan dünyanın en uzun sütunlu tapınağı Karnak, 1000 yıl Mısır’ın başkenti olmuş Teb şehri diye de bilinen Luksor, Assuan barajının kendisi ve sular altında kalmaktan son anda kurtarılan Philai adası, Nasır baraj gölü ve Sudan sınırında sular altında kalmasın diye parçalara ayrılıp tekrar daha yüksek bir yerde birleştirilen 34 metrelik kayaya oyulmuş Ramses heykellerinin olduğu Abu Simbel.

18 Kasım 2004

TARİHİN VE DENİZİN DERİNLİKLERİNE İKİ SAAT

Bir yer olsa ki iki saatte ulaşsak, kış ortasında yazı yaşasak, makul fiyat olsa, denizi bize farklı bir şeyler sunsa ve aynı zamanda tarihin en eski uygarlıklarından geriye kalanları görebilsek diyorsanız Mısır tam size göre bir seçenek.

Bu yazım daha çok Sharm el Sheik ve Kızıldeniz üzerine olacak ama Mısır ile ilgili bir takım genellemeler yapmamız da mümkün.

Bu gizemli ülkeyi ziyaret edecekseniz ilk kural kendinizi bir belirsizlik ortamına hazırlamanız çünkü bu ülkede hiçbir ürün, hizmet, tur, zaman ve fiyat bilgisi kesin değil ve her an değişebilir. Dolayısı ile çok programlı ve disiplinli gezginler için Mısır’da çok iyi bir seyahat acentesi ile çalışmaları gerekecek ki muhtemelen bu bir Türk acentesi değil. Çünkü Mısır’a turist olarak giden Türk sayısı beş birini zor bulurken sadece Japonya’dan üç yüz bine yakın turist geliyor. İtalyanlar ve İngilizler zaten Mısır’da turizmi sürükleyen ana ülkeler. Gene oldukça kalabalık ve paralı bir Turist kitlesi de Rusya’dan gelmekte.
Herhangi bir tura özellikle şehirlerarası tura katılırken dikkatli olmanız şart çünkü bayağı üçkağıtçı kişilere rastlamanız mümkün ayrıca verilen sözler ve vaatlerde kesin bir garanti değil. Mısır’da istisnai yerler dışında her türlü hizmet ve ürün için en az yüzde elli indirim alacak şekilde pazarlık etmeniz şart. Fiş kesen yerler mesela otel, market gibi yerlerde yüzde on iki vergi de ekleniyor. Bunun dışında her işi yapmadan önce bir bahşiş isteme alışkanlığı var ama bu bizdeki rüşvet gibi etkili bir sonuç getirmiyor, yani vermeseniz de aynı sonuca ulaşabiliyorsunuz.

Mısır bizden hiçbir formalitesi olmadan verdiği bir vizeyi istiyor; aslında 35 milyonluk vize genelde acenteler tarafından USD 35 veya Euro gibi bir rakam ile sağlanıyor, bu da bize vize pazarının her ülke konsolosluğu için iyi bir aracı pazarı yarattığını gösteriyor.

Genelde Mısır’da hava özellikle Kasım ayı itibarı ile gerçek bir yaz ama değişkenlik gösteriyor. Mesela biz Kızıldeniz’de gündüz 30 derecelik bir sıcaklık var iken Kahire’de 20 derece ve parçalı bulutlu bir hava ile karşılaştık. Gecelerin çölün soğuk olduğu söyleniyor ama bence bu Kasım ayı için geçerli değil.

Öğrendiğimize göre en sıcak ve bu anlamda en tenha mevsim yaz ayları. Yaklaşık 40 derece sıcaklık olduğu bu dönem aynı zamanda suyun en berrak ve Ağustos-Eylül suyun en sakin olduğu dönem. Kış ayları genelde dalış şartları açısından olumsuz sayılıyor. Bu arada Kızıldeniz dünyanın en tuzlu sularına sahip yerlerinden biri genelde senede sadece 60 mm yağış aldığı için buharlaşma sonucu tuzlanma hep yüksek oluyor.


Bir USD 6,3 Mısır Poundu ediyor. 3-4 USD a karnınızı mutlaka doyurabilirsiniz, 5 yıldızlı otelde kaliteli sayılacak şaraplar USD 25 civarı , bira ise USD 3 civarında. Otel dışında bu fiyatlar dörtte bire inebiliyor. Bu noktada Kızıldeniz’in iki yıldızı Sharm ve Hurgada rahatlıkla bizim güney sahilleri ile rekabet edecek fiyatlara sahipler.

Turistik yerler en azından Sharm oldukça güvenli ve temiz. Burada özellikle bu konuda çok tedbir alınmış olması ve yerli halkın buralara fazla sokturulmaması önemli etken. İngilizce anlaşılır şekilde konuşuluyor, İtalyanca ve Rusça ‘da yaygın olarak biliniyor.

Şehirlerarası yollardaki tesisler ve özellikle Kahire bizim ölçülerimizle oldukça pis özellikle sokaklar ve tuvaletler. Burada biraz daha fazla rahatsız edici bakışlar olsa da cezaların ağırlığı nedeni ile taciz, kapkaç gibi olaylar fazla olmuyormuş. Şehirlerarası yollarda mesela Sharm-Kahire arasında 8 tane güvenlik kontrolü var ve genelde tüm turist otobüslerinde cebinde bir Akrep makinelisi ve çelik yeleği olan sivil güvenlik görevlisi biniyor. 1997 yılında 58 turistin olduğu bir otobüsün Luxor’da havaya uçurulması sonrasında alınan tedbirler ile geçtiğimiz ayda İsrailli turistlerin kaldığı otellere yapılan saldırıya kadar önemli bir olay olmamış.

Türkler hakkında nötr sayılabilirler ama kim onların diline doladıysa her Türk gören Mısırlı size aynı şeyi söylüyor; “Hasan Şaş, yavaş yavaş...”

Kendileri araç kiralamak isteyenlerin dikkatine; Mısırlılar korkunç kötü araba kullanıyorlar. Kahire özellikle kaotik bir yer ama diğer tüm yolarda genelde çok eski taksi ve araçlar bayağı farklı alışkanlıklar edinmişler mesela geceleri birbirilerine saygıdan sadece park lambaları açık araba sürüyorlar. Bunun yanı sıra trafik ışıkları ve bizim bildiğimiz anlamdaki kavşaklar hiç yok onun için istediğiniz bir noktayı geçtikten çok sonra ancak geri dönebilip ulaşabilirsiniz. Kazalar çok ve çoğunlukla biraz bağrışıp tekrar hasarlı araçlar ile yollarına devam ediyorlarmış. Bu arada yollarda çok seyrek işaret var onun için mutlaka detaylı harita almak lazım; off road sevenler için GPS şart çünkü yoldan ayrıldıktan hemen sonra hiçbir referans noktası kalmayabiliyor.

Yemek açısında çeşit çok; Kızıldeniz’in sunduğu balık, ve özellikle kalamar, tavuk, köfte, salata, makarna, safranlı pilav, Lübnan yemekleri, peynir çeşitleri, tropikal meyvalar, pita şeklinde ekmek ve her türlü fast food oldukça yaygın.Oldukça çok çeşitli içme suyu, meyve suyu, gazlı içecekler, yoğurt, şekerleme rahatlıkla bulunuyor.Yerli biralardan Stella biraz Tuborg’a benzer tada sahip. İçki de özellikle Sharm’da rahat bulunan bir içecek.Yerli bazı şarapların güzel olduğu söyleniyor ama biz denemedik. Türk kahvesi yaygın ama bizdeki kadar lezzetli değil, çoğunlukla şeker kıvamı farklı yada bazı yerlerde naneli yapılmış olarak gelebiliyor. İlginçtir demleme çay çok zor bulunuyor; Lipton tüm Mısır’ı ele geçirmiş ve Araplar bile sallandırma çay içiyor. Bazı yerlerde naneli ve tarçınlı çay gene sallandırma olarak bulmak mümkün.

Bu genel bilgilerden sonra biraz Sina yarımadası ve Sharm’ı tanıtalım.Sina yarımadası aslında kaya ve kumdan oluşan bir boşlu, kumsuz bir çöl.. Adının Sin yani bedevilerce tapılan Ay Tanrıçasından geldiği sanılıyor. Sina yarımadası 20 milyon yıl evvel birleşik olan Afrika ve Asya kıtasının parçalanması sırasında oluştuğu biliniyor. Bu oluşum sırasında bir kolda derinliği1,800 metreye kadar varan Akabe körfezi ve öte yandan derinliği sadece 95 metre olan Süveyş körfezi oluşmuş. Bu arada Sina yarımadasında sadece 2 yüksek dağ var; biri Musa dağı- ki bu dağda Musa’nın On Emri içeren tabletleri aldığı söyleniyor- öbürü ise Katherina dağı. Her iki körfezin soğuk ve sıcak suları ile Ras Mohammed yani Muhammed burnunda birleşiyor ve dünyanın Avustralya’daki Büyük Resif’ten sonra iki numaralı su altı milli parkını oluşturuyor.

Hz. Musa önderliğinde İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışı gene Sina yarımadasının tarihinde önemli bir nokta olsa da tarih boyunca çok farklı kavimler, imparatorluklar bu yarımada üzerinde hak iddia etmişler. 20 yy’da dünya savaşlarında önemli bir stratejik konumu olan Mısır 1967 savaşında Sina yarımadasını İsrail’e kaybediyor ama 1973 savaşı ve 1979 Kamp David anlaşması ile yarımadayı tekrar geri alıyor ve zaten turizm yatırımları da bu tarihten sonra başlıyor. Savaşın izi olan bazı sığınak ve kalıntıları hala karada ve denizde gözlemlemek olası.

Sina yarımadasındaki en önemli turizm merkezi yaklaşık 400 otele ev sahipliği yapan Sharm el Sheik. Tarihte Kral Solomonun tahtı için altın taşıdığı yer olduğu biliniyor. Bu şirin yörenin en önemli noktası Naama Bay. Biraz Bodrum tarzı bir yer, önünden bir denize girilen bu belde konaklama, yemek, eğlence, alışveriş ve her türlü tur için mükemmel bir yer.

Tahmin edeceğiniz gibi Kızıldeniz şnorkel ya da scuba tüm amatör ve profesyonel dalıcılar için yüzlerce çeşit mercan- ki yaklaşık 2000 km boyunda bir rsif var- ve balık çeşidi ile bir Kabe. Burayı aslında dünyaya tanıtan ilk kişi Jacques-Yves Cousteau. 1950li yıllarda buralarda araştırmaya başlayan bu unutulmaz deniz bilimcisi ile Louis Malle’nin ortak yapımı “Sessiz dünya” , 1956’tı da Cannes’da Altın Palmiye alarak Kızıldeniz’i dünyaya tanıttı. 1963’te yapılan bir projede ise Kızıldeniz’de su altında yaşam olasılığı simüle edildi.

Kızıldeniz’in bu muhteşem sularındaki en önemli özellik otellerinde önünde bile kilometrelerce süren mercan resifleri. Burada o kadar çok fraklı çeşit balık var ki 2.günde bir çok balığın ayaklarınızın dibinde dolanması artı sıradan geliyor ve dalacak yeni yerler aramaya başlıyorsunuz. Yaklaşık 5-10 metre derinliğe kadar kenar duvarları inen bu resiflerde irili ufaklı bir çok balık ile beraber yüzebilirsiniz ama avlanmak mercana dokunmak, hatıra almak. kesinlikle yasak. Herhangi bir parça bile bazen size zorluk çıkartabilir.

Özellikle Hilton, Ritz ve Marriot otellerinin önü, isminden farklı olarak hiç köpekbalığı olmayan Köpekbalığı Koyu, Tiran adaları, biraz daha uzakta Dehab ve eşsiz güzellikteki Ras Mohammed dalış yapabileceğiniz yerler. Tabii scuba dalıcılar için çok sayıda farklı seçenek ve enkaz olduğunu belirtmek lazım. Genelde dalış malzemeleri bir çok yerde hem satılıyor hem kiralanıyor. USD 25-35 arası fiyatlar bir ok dalış turuna yemekli katılmanız mümkün.

Özel ilgi gereken yerin Ras Mohammed olduğunu düşünüyorum. 25 Nisan 1982’de son israil askerleri yarımadayı terk ederken İsrail gazeteleri de Arapların bu güzel yerleri kirleteceğine dair bir propagandaya başlamışlar. Dönemim başkanı Hüsnü Mübarek’de 1983’te bu alanı korumaya almaya karar vermiş.

150’den fazla mercan çeşidi barındıran ve daima su sıcaklığı 20 derecenin üzerinde olan bu tabiat parkında ayrıca kültür mercanı yetiştirme tesisler, taşlarla Allah yazısı yazılmış girişi, tuzlu suda yetişen ve tuzu tatlı suya çeviren mangrove ağaçları, 1957 depremi ile oluşan ve yaklaşık yirmi metreye yakın bir dip tüneli ile denize kadar uzanan deprem çukurları, içerdiği magnezyum yüzünden uydudan görüntülemeyen Saklı koy veya diğer adı ile Sihirli Gölü ve muhteşem ana plajı ile Ras Mohammed banko yapılması gereken bir tur yaklaşık. USD 20-30 arası tekne veya otobüs turları var. Bu tur için mutlaka vizesi olan bir pasaportunuz olması lazım çünkü Sharm, Sina yarımadasının doğusunda vizesiz gelinen son nokta.Buradan sonra devamlı kontrol var.
Dalış turları dışında merakları olanlar için Çölde 4*4 safari, ATV ve Enduro turları, Renkli Kanyon gezisi, Musa Dağı ve Bizanslılardan kalma St Katherina Manastırı gezisi ilginç seçenekler sunuyor.

Ayrıca günübirlik geziler ile Luxor ve Kahire’ye gitmek mümkün ki bir sonraki yazımda buraları anlatacağım.

20 Haziran 2004

SİCİLYA

“Trinacria” yani 3 köşeli ada; 3 ayrı denize olan kıyıları ve yaklaşık 2000 senelik tarihi ile Akdeniz’in bu en büyük adası, bir modern dünya erkeği için muhteşem denizleri ve aslında sayıca pek de fazla olmayan esmer İtalyan güzellerinden daha çok olağanüstü yemekleri ve özellikle Palermo’ da bulunan yüzlerce ayakkabı mağazası ile hitap ediyor denebilir.

1000 km den fazla sahile kıyısı olan Sicilya bugün İtalya’nın en büyük bölgesi ve aynı zamanda Palermo’da İtalya’nın en büyük beşinci kenti. Kendisi bir ada olmakla birlikte Aeloian, Egadi ve Pelagi adaları ile aynı zamanda bir adalar zinciri. Bunlardan dalmak için olağanüstü fırsatlar sunduğu bilinen Lampedusa , Avrupa’nın en güney noktasını oluşturuyor. Bu ada Tunus’tan sadece 113 km uzakta.

Yunanlılar, Romalılar, Kartacalılar,Bizanslılar,Araplar, Normanlar, Burbonlar bu adayı işgal eden ve arkasında farklı eserler bırakan devletlerin başlıcaları.1860 isyanı ile İtalya ile birleşen ada, 1946’tıdan beri özerk bir bölge olarak İtalya’ya bağlı.

Oldukça hırçın bir doğaya sahip Sicilya tarih boyunca doğal felaketler ile karşılaşmış.1693’te batı bölgesi depremi, 1669’da Etna’nın püskürmesi sonucu Katanya’nın zarar görmesi, 1908 Messina depremi ki 100,000 civarında ölü olduğu rivayet ediliyor, 1923-71 ve 2001 Etna yanardağ patlaması sadece birkaç örnek.

Sicilya’nın bir başka renkli tarihi de Mafya’nın doğduğu yer olması.. Sebepleri net olmamakla birlikte Mafya veya organize suç gerçeği bu güzel adayı oldukça uğraştırmış ve 90’larda zirveye varmış. 1987’de çok sayıda Mafya üyesinin mahkum edilmesi sonucu başlayan savaş 1992’de ünlü savcılar Falcone ve Borsellino’nun öldürülmesi ile kızışmış ama 1995’de Mafya Babası Toto Riina’nın yakalanması sonucu mafya’nın etkinliği düşmeye başlamış. Bugün sıradan bir turist olarak mafya’nın varlığını hissetmek pek mümkün değil.

Genel olarak adayı dörde ayırabiliriz. Biraz daha Arap etkileri de hissedilen Palermo ‘nun domine ettiği Kuzey-batı, Messina, Katanya, Taormina gibi şehirleri ile Kuzey-doğu, Agrigento ve Sciaccio gibi tarihi şehirleri ve Akdeniz’e bakan kıyıları ile Güney-batı, Siracusa ve Ragusa’nın bulunduğu Güney-doğu. Bu yerler gerek kültürleri gerek dilleri gerekse doğası ve yapılaşma şekilleri ile oldukça farklılıklar göstermekte. Benim favorim doğaları ve turist olarak görebileceklerinizi çokluğu sebebi ile daha çok Kuzey bölgeleri.

Tartışmasız favori şehir ise kayalıklara yerleşmiş ve üç tane birbirinden güzel koya bakan Taormina. 1988’de çekilmiş ve ünlü dalgıç Mayol’un hayatını anlatan Luc Besson filmi “Big Blue’de yer alan bu şehir şu anda Sicilya turizminin başkenti. Nefis manzarası, lokantaları, dükkanları, 550 kişilik ve konserle için kullanılan anfi tiyatrosu, hemen dibindeki muhteşem denizi ile gerçekten soluk kesici bir yer.

Söz filmlerden açılmışken adada çekilen diğer ünlü filmler Baba, Cinema Paradiso ve şu aralar Ocean Eleven-2 (Ocean Twelve diye geçiyor ve Trapani yöresinde çekiliyor.)

Bu arada Sicilyalıların enteresan bir şehirleşme mantığı da var. Özellikle kayalara ve oldukça yükseğe yapılan şehirler gayet enteresan. Bazı bölgelerde Sicilyalıların deniz kenarında kendilerine ait bir kulübeleri var. Numaralı , içinde deniz ile ilgili eşyaların sığabileceği bu kulübeler küçük birer site gibiler. Turist olarak ancak bunların önünde ayrılmış yerlerden denize girebiliyorsun. Ama bunun yanı sıra kilometrelerce uzayan kumsallar ve özellikle doğu sahilinde nefis kayalıklar var.

Dalmayı sevenler için Palermo yakınındaki Ustica bir denizaltı üniversitesi niteliğinde.Ayrıca Egoie adaları, Lampedusa, Pantelleria adaları ve Taormina sahilleri de nefis olanaklar sunuyor.

Yükseklere çıkmayı sevenler için Avrupa’nın en büyük ve hala aktif volkanı Etna inanılmaz bir deneyim yaşatacaktır.Eski adı Mongibello (latin-arapça karışımı dağların dağı) olan bu dağ, patlamadığı zamanlar yazın yürüyüş turları kışın ise kayak için elverişli olanaklar sunuyorJ Püskürme sonucu çevreye yayılan maddeler bir çeşit gübre etkisi gösterdiği için inanılmaz bir yeşillik ve narenciye üretim merkezi olan bu dağın ne zaman ne yapacağı belli olmuyor. En son 2003’te hafifçe püsküren dağ 2001’de patlayarak 2700metredki teleferiği yıkmış ve 2001 metrede dinlenme tesislerinin hemen önüne kadar lav nehri akmış. Bu ilginç manzarayı görmek için güney rotasını kullanarak Sapienze Refuge isimli kratere giden turist minibüslerin kalktığı noktaya çıkmanız yeterli olacaktır. Buradaki La Capannia restorana özellikle iyi bakın çünkü lav nehri bu noktada, tam lokanta duvarında durmuş.

Bu bereketli topraklarda Avrupa’nın en iyi zeytinyağları, oldukça kaliteli şaraplar üretilen üzümleri, bol miktarda portakal ve çok lezzetli limonlar yetişmekte. Bu meyvalardan yapılan likörler özellikle Lemonçello tatmadan dönmemek lazım.

Eğer tarihten hoşlanıyorsanız tüm şehirlerde göreceğiniz kalıntı, kilise ve kalelerin yanısıra Agrigento’da Vale Dei Templi, Syracuse, Noto ilginizi çekecektir. Bu arada Palermo-Agrigento yolu üzerinde, denizden 750 metre yükseklikteki sarp bir kayada yer alan Mussomeli kalesi de oldukça ilginç.

Bu kadar büyük bir adada ulaşım için oldukça farklı seçenekler var.Benim denediklerimden tren ve otobüs sabırlı olduğunuz sürece oldukça uygun fiyatlı ve güvenilir bir alternatif. Oldukça düzgün otoban ve devlet yollarının bulunduğu adada günlüğü USD 60 ile 70 arasında bir orta sınıf özellikle dizel araba ise en ideal seçenek. Bu noktada tabii bazı zorlukları da göze almak lazım. Bunlardan biri trafik işaretlemeleri; bir çok noktada takip etmekte olduğunuz levhalar bir anda kayboluyor ve kilometrelerce yanlış yolda gidiyorsunuz. İkincisi İtalyan sürücülerin de yol vermemeye veya yol kesmeye çok yatkın olmaları. Bun bir istisnası şehirler; orada araçlar yayalara yol vermekte oldukça hassaslar. Park etmek de zaman zaman önemli bir sorun. Turistik yerlerde gündüz park etmek size 15 Euro gibi rakamlara mal olabilir. Kiralık araçların en önemli sorunu ise özellikle küçük şirketlerin ofislerinin sadece havalimanında olmasından dolayı aracı geri vermekte yaşanan zaman kayıpları.
Scooter veya diğer motorsiklet sınıfları da adada oldukça yaygın ama bu aletlerin kullanım kültürü de çok dikkatli olmayı gerektiriyor. Turistik yerlerde scooter fiyatları günlük 25 Euro civarı.

Ada da iki büyük ve uluslararası havalimanı olan şehir var. Biri Palermo diğer ise Katanya. Her iki şehirde sadece yaya gezmek için oldukça büyükler. Bu açısından otobüsü kullanmak şart. İlginç bir durum taksilerin sadece telefon ile çağrılabiliyor olması ve tek yön uygulamaları yüzünden çoğu zaman kısa mesafede oldukça pahalıya mal olması.

Palermo 2.dünya savaşı sırasında yapılan bombalanmadan çok hasar görmüş ve sonrada bizdeki duruma benzer şekilde yolsuzluk ve mafya etkisi ile çarpık şehirleşmiş. Ancak son yıllarda tekrar düzelme eğilimine girmiş. 12.yy’da yapılmış olan Maria Assunta Katedrali, Piazza Marina, Avrupa’nın 3.büyük operası kabul edilen Teatro Massimo, Teatro Politeama Garibaldi, Piazza Peritoria, Palazzo de Normani, Dan Givanni degli Eremiti kilisesi önemli turistik yerler.
Biraz daha cesareti olan ve toplu ulaşım araçları kullananlar için Mondello hoş bir sahil kasabası. Benim tavsiyem ise trenle bir saatlik mesafedeki Cefalu. Hem sahili ve denizi hem de çok hoş sokakları ve restoranları ile oldukça güzel bir şehir.Şehrin önemli sembolü Duomo meydanındaki nefis katedral.

Sicilya’daki diğer büyük şehirde Katanya. 1669’da lavların sınırına dayandığı bu şehir önemli bir liman. Bunun yanı sıra Etnea caddesindeki alışveriş imkanları, Duomo Meydanı-ki bu tüm İtalyan şehirlerinde mutlaka olan ve bizdeki Atatürk meydanına benzeyen bir anlayış-ve kilometrelerce olan kumluk sahili ile çok zaman harcamanıza değmeyecek bir şehir. Buradan Taormina’ya olan yol üzerindeki sahil kasabaları Acitrezza ve Aci Castello çok daha şirin yerleşim yerleri.

Özellikle Palermo’da ayakkabı alışverişin özellikle indirim dönemi olan Temmuz’da çok bereketli olacağını zaten belirtmiştim. Bunun dışında adadan zeytinyağı, şarap, makarna, likör, peynir ve tatlı ürünler alınabilir. El sanatlarına meraklı olanlar içinde özellikle seramik ürünleri enteresan.

Geldik yemek bölümüne; Sicilya mutfağı başlı başına bir turizm kolu. Farklı kültür ve bereketli toprakların getirdiği bolluk çok çeşitli yemek türlerinin gelişmesine olanak vermiş.
Servis anlayışının oldukça kötü olduğu bu ülkede sabırlı olmanız ve İtalyanca bilmiyorsanız mutlaka pratik bir sözlük ile hareket etmeniz gerektiğini söyleyeyim. Ama bu durum yemekten alacağınız zevkin yanında çok küçük bir kusur kalacaktır.

Sabah kahvaltısının temelini büyük kruvasanlar oluşturmakta. Genelde çok çeşitli marmelat ya da dondurma eşliğinde yenen bu öğünde çok çeşitli meyve suları içmeniz mümkün. Benim denediğim yerlerin hepsinde kahve tadları oldukça kötü idi, bu da İtalyan kahvesine inananlar için büyük bir düş kırıklığı olsa gerek.

Öğlen yemekleri için dikkatli olmanız lazım çünkü saat 15.00’da çoğu yer kapatıyor ve tekrar saat 20.00 gibi açıyorlar.

Benim önereceğim yiyecekler ama özellikle farklı usullerde Kılıçbalığı kızartması, içi doldurulmuş sardalye (Sarde e Beccafio), her türlü midye, ahtapot, karides, Antipasto frutti di mare, Arancine, Cuscus alla Trapese, Pasta alla Norma, Deniz ürünlü risotto. Tatlı olarak keçi peynirinden yapılan Cassata ve Cannoli, bol bol tropik meyve özellikle ananas ve kavun. Bulabildiğiniz her yerde yerel yapılan şaraplar. Et isterseniz ise şarap sosunda yapılan etler.
İyi bir yemek adama başı1/4 litre yerel şarap eşliğinde ortalama 25 Euro tutuyor.

Palermo’da tavsiye edebileceğim lokantalar Borgo Blu, Cucina Papoff, Uglo, Alla Fermata di Porta Carini.

Uluslararası turizme henüz yeni açılan bu nefis adayı mutlaka planlarınız içine alın önerimle iyi yolculuklar.

8 Haziran 2004

AVRUPA’NIN KÜLTÜR BAŞKENTİNDE 3 GÜN



Viyana hiç tartışmasız Avrupa’nın sanat açısından en önemli merkezi ama eğer sanat yönünüz çok kuvvetli değilse bile bu güzel şehirde geçireceğiniz kısıtlı zamanda göreceğiniz çok şey var.

Bu yazıda sabahtan akşama kadar sanatla yaşayan bir şehirde plansız gezmek isteyen bir turistik bakış açısı bulacaksınız.

Her şeyden önce Viyana ve Avusturya tarihine bir bakalım;Bugünkü Avusturya’nın sınır komşuları Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Slovenya, İsvçre ve Almanya’dır. Bu kadar farklı yapıdaki ülkeye transit geçiş noktası olan Viyana ve Avusturya tarihi Taş çağına kadar dayansa da, Kutsal roma imparatorluğu zamanında Babensberg Düklerine verilmesi ile ilk önemli şehirleşme hareketini başladığını söyleyebiliriz.

13.yy’da Habsburgların eline geçen 16 yy’da Osmanlılar tarafından devamlı tehdit edilse de ayakta durmuş ve 1683’te Osmanlıların nihai yenilgiye uğraması ile yıldızı parlamaya başlamıştır. 17 yy’dan itibaren bir Kültür ve Sanat merkezi olmaya başlayan Viyana önce Barok Mimari daha sonra da Klasik Müzik alanında gelişme gösterirken 19 yy’da arka arkaya önce Napolyon tarafından işgal sonra da ekonomik buhran ve 1848 ihtilali ile sarsılmıştır.

Ekonomik kökenli göçler ile büyüyen şehir “Yüzyıl Dönümü” tabir edilen entelektüel gelişimleri ile de anılmaya başlandı. Birinci dünya savaı sonrasında 1918’de Habsburg imparatorluğunu sona ermesi ile 50 milyonluk imparatorluk yerine 7 milyonluk bir devlet doğdu. Hitler’in 1938’de Avusturya’yı ilhak etmesi ve 2.Dünya savaşı ve şehrin müttefiklerce paylaşılarak yönetildiği 45-55 dönemi sonrasında 1955’te Avusturya Cumhuriyeti ilan edilmesi ile Viyana tekrar hareketlenmeye başladı.

1995’de Avrupa Birliğine giren Viyana bugün yaklaşık 2 milyonluk bir nüfusa sahiptir.

Sanat tarihi açısından Viyana, Barok ve Rokoko Mimari ( aralarında Belvedere Sarayları, Kış Binicilik Okulu, Schönbrunn sarayları sayılabilir.) Klasik Müzik Sanatçıları (Gluck, Haydn, Viyano Flarmoni Orkestrası), Uygulamalı sanatlar ( Burggarten, Biedermeier Evleri, Hundertwasserhaus), Yüzyıl Dönümü tabir edilen 20.yy sanatçı ve düşünürleri ( Freud, Gustav Klimt, Otto Wagner, Adolf Loos) ile dünya kültür tarihinde yerini almıştır.

Viyana’da 3-5 gün arası kalacak bir kişinin seçenekleri neler olabilir? Her şeyden önce Viyana’nın kalbi Stephansdom Katedrali ve meydanı, Schönbrunn ve Belvedere sarayları, Opera Binası, Burgtheater Kış Binicilik Okul ve özellikle eğitimli atların sabah antremanları, Hoff burg, yiyecek ve eski eşyaların satıldığı Naschmarkt, hemen yanında Otto Wagner Evleri Sigmund Freud Müzesi, Uygulamalı Sanatlar Müzesi, Güzel Sanatlar Akademisi, Kent Tarihi Müzesi, Albertina Müzesi, Haydn Müzesi, Mozart’ın bir süre yaşadığı Figarohaus , altın kubbesi ile Sezession Binası görebileceğiniz önemli yerler.

Biraz farklı Viyana görmek isteyenler için çok geniş bir lunapark olan ve 2 yüzyıllık tarihi olan Prater, değişik mimarisi ile Hundertwasserhaus evleri, nefis nehir manzarası ve eğlence yerleri ile Donau Insel, modern yerleşim merkezi ile UNO City, Tuna parkı ve gözlem kulesi değişik seçenekler sunar.

Eğer şehirden biraz uzaklaşma isterseniz iki ilginç önerim olabilir. Biri Grinzig; Viyana Kuşatmaları sırasında Türkler ve daha sonra da Napolyon tarafından yıkılmış olan bu yer Viyana’nın en ünlü Heuriger- yani kendi sarabını üreten restoranlar- köyüdür. Mevsiminde bağbozumu seyretmek veya akşamları saat yediden sonra müzik eşliğinde açık büfe ve nefis şaraplar ile vakit geçirmek isteyebileceğiniz bu mekan gündüzleri de Polonezköye’e benzeyen bir hava taşımakta.

Eğer Viyana’ya uzaktan bakıp panaromik bir görüş elde etmek isterseniz 500 metre yüksekliğindeki Kahlenberg- aynı zamanda Beethoven’in yazlarını geçirdiği yer olarak da bilinir ve bir anıt bulunur- size doyumsuz bir manzara sunabilir.

Bütün bu yerleri gezmekten yorulduysanız sıra geldi Viyana yaşam kültürünün önemli bir parçası olan yeme-içmeye. Viyana kültüründe klasik 3 öğünün yanı sıra öğle öncesi hafif yemek anlamına “Gabelfrühstück” ve her şeyden önemlisi akşamüstü beş çayına benzer “Jause” bulunmaktadır. Standart ve hafif yemekler için “Beisl” denen ahşap zemin, sade tasarım ve basit menülü çeşitleri olan yerler bulunmaktadır. “Wirsthauser” veya “Gasthauser “denen biraz daha sofistike lokantalar, basit yemekler/alkollü içeceklerin yanısıra kahve ve pastaları ile ünlü Konditorei’ler , Cafeler ve kendi ürettikleri şarapları ile Heurige’ler Viyana yaşantısının önemli merkezleridir.

Yemeklerde tabii ilk seçenek Schnitzel ve Gulaş olmalıdır. Bunun yanısıra çeşitli sosisler, hamur işleri ve sandöviçler, sıcak etlerden oluşan köy tabağı Bauernschmus, Tafelspitz, ringa balığından Heringsalat denenmesi gereken yemeklerden. Yemeklere eşlik etmek için özellikle Gürner Veltliner, Blaufrankrich gibi şaraplar, Kaiser, Gosser ve Edelweiss tercih edilebilir.

Tatlılar tarafından meşhur Sachertorte, Elmalı Pay, Avusturya usulü krepler olan Palatschinken, Dobostorte, Linzertorte ve dondurmalar sayılabilir. Yanında meşhur viyana kahveleri Brauner, Melange, Einspanner, Maria Theresa olursa tadı daha da nefis olacaktır. Nerede mi içilir; Landtmann, Central, tarih boyunca hiç değişmemiş gibi olan Hawelka, Mozart’ın eserlerini çaldığı Frauenhuber, Demel, Hotel Sacher en ilgi çekici mekanlardan. Dondurmacı da Tichy tek seçenek.

Gelişmiş metro ve tramvay/otobüs seçenekleri istemeyen ve yemek üstü alışveriş amaçlı yürüyüş yapmak isteyenlerin tercihi Graben, Kohlmarkt, Kartnerstrasse, Mariahilferstrasse olmalı derim. Özellikle alınması gereken ürünler arasından çukulata-tabii ki Salzburger Mozartkugeln- şarap, kahve, cam eşyalar, kitap yer alabilir.

Müzikal ve konser seçenekleri için gerek açık ofislerden gerekse online bilet temini mümkün ama talepten dolayı çok önceden başvurmak gerekiyor.

İlkbahar ayları Viyan’nın en güzel zamanları olsa gerek ama gitmek isteyenler için dikkat otellerde yer bulmak gerçekten oldukça zor.

Avrupa’nın bu muhteşem şehrini görmek isteyenler için “Gute Reise” diyelim.