15 Ağustos 2006

BRASOV’DA KAYAK




Bulgaristan ve Romanya sadece Türk girişimcileri için değil Türk kayakçılar içinde ciddi birer hedef ülke haline geldiler. Bu sene Romanya yaklaşık 3000 Türk turist ile tam bir akın yaşamış durumda. Bunun tabii en önemli nedeni bu ülkenin ucuzluğu.

Romanya’da çeşitli kayak alternatifleri var. Benim tercihim Poiana Brasov oldu. Brasov Bükreş havalimanına yaklaşık 170 km uzakta ve ülkenin 3. büyük şehri. Yaklaşık nüfus 500,000 civarında. Ulaşım 45-50 dk uçak ve 3-4 saat arası otobüs yolculuğu ile sağlanıyor. Otobüs kısmının uzunluğunun ana sebebi sadece yollar değil inanılmaz katı trafik kuralları.

Braşov Karpatlar tarafından çevrilmiş durumda ve ana gelir kaynağı turizm. Poiana Brasov yani Brasov’un yaylası çevredeki kayak merkezleri arasında en büyüğü. Şehrin kendisinde ilgi çekici olarak Belediye meydanı, dükkanların olduğu yaya caddesi, kiliseler ve Şarap mahzeni yer alıyor. İlgi çekici yerlerden biri ise mesafeli olmakla beraber Bran kalesi. 14.yy da yapılan bir kalenin önemli olmasına sağlayan aslından pek de gerçekçi olmayan Drakula efsanesi. 199.yyda Bram Stroker tarafından kaleme alınan bu hikayede konu edilen kral Vlad Tepes zamanında Osmanlılar dahil herkesle dövüşmüş ve Romence “Şeytan” anlamına gelen Dracul adına imza atmayı seven bir kral. Bilindiğine göre aslında bu şatoda bir kaç gün kalmak dışında hiç bir ilgisi yok. Gene de bir çok turist için bu efsanenin parçası olmak oldukça zevkli gelmekte.

Poiana Brasov ise 14 km uzakta ve 1906’tıda Romanya’da ilk kayak yarışının yapıldığı yer. 1020 metreden başlayan resort dağda 2500 metreye ulaşmakta. Aslında senenin çoğu bizim Abant gölü misali bir yer. Sadece bizim gidişimizde değil bir çok başka tarihte de çoğu zaman insanlar güzel bir kar yağışı ve ideal kar kalınlığına rastlamamışlar.

Hotel Alpin, Piare Mare, Miruna özellikle Bulgaristan ile karşılaştırıldığında çok başarılı oteller ama ne yazıkkı bizim Uludağ veya Kartalkaya lükslüğünde değiller. Benim tavsiyem Hotel Alpin. Pistlere ulaşmak fazladan 5 dakika araç yolculuğu gerektirse de en çok olanağı ve güzel odaları sağlayan otel denilebilir.

Poiana Brasov daha çok alpin stili kayakçılar ve cross-country sevenler ile kızakçılar için enteresan. ATV, Atlı kızaklar, Kar Motorsikleti seçenekleri de söz konusu. Snowboard için daha az olanak sunmakta.

Toplam uzunlukları 12 km civarı olan 10 civarı pist var. Bradul ve Gondola isimleri ile tanınan ve otellerden 10 Ley yani 5 YTL karşılığı ile ulaşılan iki ana nokta var.

Bradul da 2 tane büyük kayak okulu ve biri başlangıç ve biri de basit olmak üzere 2 temel pist var. Burada ayrıca gece saat 19.00’a kadar ışıklandırma ve suni kar makinaları da var. Ayrıca teleferik ile 1800 metreye çıkmak ve yaklaşık 1 km’lık siyah bir pisti inmek olası. Brasov’da genelde ormanların içerisinde fazlaca geniş olmayan dik pistler tercih edilmiş. Gondola denen bölgede daha çok pist var. Burada teleferik ve küçük kabinler vasıtası ile daha yüksek ve uzun pistlere ulaşılmakta. Meraklısı için zirveden yamaç paraşütü yapılabiliyor. Pistlerin çok iyi işaretlendiği söylenemez ve ara noktalarda oturacak hoş cafelerde yok. Daha da kötüsü pistin ortasında yaklaşık 1 km buzlanmış ve dik bir alan varki ki kafile burada bayağı sakat verdi. Güneşli havada mutlaka tepeye çıkmak lazım, manzara müthiş.

Yemek açısından öğlen daha çok açık yerler var ama Gondolun yanındaki Rossignol Club ve Bradul’un oradaki pizzacı en iyi seçenekler. Akşam için ilginç yerler arasında Çobanlar Kulübesi ve Haydutlar Restoranı gibi ilginç isimlere sahip 2 yer var.

Peki neden Brasov ? Yaklaşık 550-700 Euro arasına uçak, 4 yıldızlı otel yarım pansiyon, alan vergisi, sigorta, vize dahili 6 gün gidebiliyorsan bunun üzerinde 20-30 milyona içkili ve tatlılı 2 kişi öğlen yemeği yersen, saati 20 milyona kayak dersi alabiliyorsan, 10 milyona ski pass, 20 milyon kayak kirası, 20 milyona bir saat masaj gibi seçenekler varsa biraz daha az karı göze almak için sebep olmakta...

Yemekler genelde peyni çeşitleri, et ve tavuk, salata ve patatesden oluşuyor ve gayet lezzetli. Çok sayıda bira seçeneği ve özellikle güzel kırmızı şarap var. Lisan problemi genelde yok ve Romenler oldukça cana yakınlar. Havalimanından cafe ve duty free arayanlar için fazla seçenek yok ama viski ve votka İstanbul’ kıyasla çok ucuz. Cuma ve Cumartesi geceleri açık hava eğlenceleri ve havai fişek gösterileri ile oldukça hareketli geçiyor ama özellikle ctesi ve Pazar yaylaya çıkanlar ile kalabalık inanılmaz boyuta ulaşıyor ve özellikle basit pistlerde teleski sıraları oldukça uzuyor. Kesinlikle düşmemeye bakın, Poiana’da ilk yardım yok, ambulans ile 20-30 dk süren bir yolculuk ike şehire gitmeniz lazım ama o kadar çok sakatlanan vardı ki ambulanas dolmuş gibi dolmadan kalmayacak hale gelmişti.

Başında belirttğim gibi fiyatı dışından çok ilginç bir seçenek değil ama özellikle bayramlarda kalabalık aileler için eğer hava da yağışlı olursa çok ekonomik bir seçenek.

14 Ağustos 2006

GEÇMİŞİNİ YİTİRMEDEN GELİŞEN ÜLKE PORTEKİZ

Diyelim ki 4-6 gün arası bir bayram tatiliniz var, Avrupa’da kışın ortasında sıcak, hesaplı, nostaljik ama modern, yeme içme kültürü gelişmiş bir ülke arıyorsunuz. Bu durumda en iyi seçeneğiniz Portekiz ve özellikle Lizbon olabilir.

Bayramı yaklaşık 20 derece sıcaklıkta Avrupa’nın bu orta halli ama bir o kadar nefis ülkesinde geçirdim. Genelde yazılarımda tur şirketlerini övmem ama bu sefer İstmar Turizm’i tebrik etmem lazım gerçekten oldukça organize bir tur sağladılar.

Her zaman olduğu gibi şehri anlamak için biraz tarihinden bahsedelim. İlginçtir Lizbon Portekiz’in aslında 2.başkenti, ve hatta bu anlamda üç başkentinden biri. İlk başkent bugün üniversite şehri olarak bilinen ve Porto yolundaki Coimbria, geçici bir başkent ise kısa süre için Rio de Janeiro olmuş. Lizbon aslında Truva savaşından dönen Odisey’in kurduğu bir şehir daha sonra Romalılar’ın, Vizgotların, Kuzey Afrika Yerlilerinin ve İspanyolların elinde kaldıktan sonra İngilizlerin yardımı ile Portekiz Krallığının kurulnasından kısa bir süre sonra başkent olmuş. Şehirin özellikle Alfama bölümü bu renkli tarihi biraz yansıtmakta.

Tejo (Tagus) ismi verilen çok geniş bir nehirin iki yanında ve hemen okyanus’un kıyısında kurulu Lizbon ilk gelişimini 1420’lerde başlayan Protekiz Keşiflerinden elde edilen ganimet ve hazineler ile yaşamış. En çok bilineni belki Vasco de Gama olmak üzere Portekiz gemicileri Atlantik okyanusunda bir dizi adayı, Batı Afrika sahilleri, Ümit Burnu, Hindistan, Brezilya ve Makau’yu keşfetmiş ve sömürge olarak yıllarca yönetmişler. Bu arada sanılanın aksine Magellan de orjinal olarak Portekiz’li.

Şehir 1755’te büyük bir felaket yaşamış ve 9 şiddetinde bir deprem ve Tsunami ile ciddi hasar görmüş. Daha sonra şehir tekrar gelişmeye başlamış ve özellikle 2.dünya şavasında tarafsız kalarak, yaklaşık 40 sene süren Salazar’ın diktatörlüğü sırasında oldukça modernleşmiş. Portekiz’in Avrupa Birliğine 1986 yılında girmesinin hemen akabinde 1988’de önemli alışveriş merkezlerinin olduğu Chiado bölümünde çıkan yangın şehire zarar vermiş.

Daha sonra alınan yardımlar ile de Lizbon 1994’te Avrupa Kültür Şehir seçilmiş, 1998’de Dünya Ticaret Fuarı evsahipliği ile daha da gelişmiş ve 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası ile en iyi dönemini yaşar hale gelmiş. Bütün bu zengin tarih tabiiki şehirn dokusunu çok etkilemiş. Tarihi mekanlar, fakir semtler, modern yerleşim alanları çok kısa mesafeler ile sıralanmış.

Şehrin iki yanı birbirine biri San Fransisco Golden Gate köprüsünün bir kopyası olan 3 kmlik “25 Nisan” ve diğeri çok yeni 1998’de tamamlanan 17 kilometrelik , denizin hemen üzerinden giden “Vasco de Gama” köprüleri ve deniz ulaşımı ile bağlı. Hiç dil bilmesenizde çok zengin bir ulaşım ağı ile şehrin her yanını gezmeniz mümkün. Özellikle metro her yöne doğru ulaşımınızı kolaylaştırıyor ama dilerseniz 20.yy başlarından kalma nostaljik ya da daha yeni tramvaylar, oldukça ucuz taksiler ve otobüs ağı emrinizde. Şehrin önemli yerlerini de yaya gezmek oldukça kolay.

Görülmesi gereken yerler arasında Belem kısmında Geronomino manastırı, Kaşifler Anıtı, Belem Kulesi yer almakta. Hazır yolunuz oraya düştüğünde Belem pastahanesinde müthiş “Pasteige du Belem” pastasını tatmanızı kesinlikle tavsiye ederim. Diğer turistik yerler arasında Alfama’nın dar caddelerini ve çini kaplı daracık evlerini, Sao Jorge Kalesini, Se Katedralini, 25 Nisan köprüsü ve Cristo Rei yani Şükran anıtını sayabiliriz.
Şehri yürüyerek keşfetmek isteyenler için Marques de Pombal ile Comercio meydanları arasında kalan uzun caddeyi tavsiye edebilirim. Denize yakın olan kısımnda deprem sonrası tekrar yapılmış olan Baxia ve alışveriş bölgesi Chiado, eğlence merkezi Bairra Alto yer almakta. Rossie tren istasyonu ve hemen yakınındaki yaklaşık 35 metre yüksekliğindeki, muhteşem manzaralı Santa justa Kulesi görülmesi gereken yerlerden. Alışveriş için devasa Corte Ingles ve Amoireras alışveriş merkezleri dışındaki seçenek trafiğe kapalı Rua Garret ve Chiado semti.

Şehrin en modern bölümü ise 98 Expo için kurulmuş ve daha sonra yerleşim alanına çevrilmiş bölüm. Burada Expo’dan kalan bazı yerlerin dışında Avrupa’nın en büyük, dünyanın 2.büyük akvaryumu görülmeye değer. Buraya kadar saydığım yerler yaklaşık 2 günlük bir gezi demek.

Daha süreniz varsa 3 enteresan rota yapmanız mümkün. Biri Atlantik sahili boyunca giden Cascais sahil şehri ve özellikle burada okyanusun kayaları dövdüğü Cehennem Ağzı kayalığı, Avrupa’nın en büyük kumarhanesinin olduğu Estoril, Avrup’nın en batı ucunda yer alan Caba de Roca deniz feneri, kayaların sahilde doğal bir havuz oluştruduğu Colares ve bu rotanın son durağı Unesco’nun koruma altına aldığı Sintra şehir ve sarayı, hemen yakınında Pena sarayı.

Bu turu normalen şehirden 50-70 euro arası fiyatlar ile özel otobsüler ile yapıyorlar. Bence hiç gerek yok, Scott URB isimli şirketin 9 Euroluk otobüs/tren kombine bileti ile çok daha zevkli ve rahat aynı rotayı yapmak mümkün.

Eğer dini konulara meraklı iseniz ise bir başka ilginç rota yaklaşık 150 km uzaklıktaki Fatima olabilir. Burası Portekiz’in Mekke’si. Meleklerin 3 çoban çocuğa bir kaç defa göründüğü ve kutsal enerji yaydığı düşünülen bir kasaba.

Son rota ise yaklaşık 300 km kuzeyde olan ve ülkeye ismini veren, şarap şehri Porto. Portugal kelimesi Romalıların Porto şehrinin iki yanına verdiği porto ve Gaia isimlerinin zaman içerisinde birleşmesinden gelidği düşünülüyor. Unesco tarafından korumaya alınan bu 2. büyük Portekiz şehri gene oldukça geniş bir nehir kenarında ve çok muhteşem asma köprüler ile birbirine bağlı, tepeler üzerinde kurulu ve daracık, eski evlerin çok olduğu ama asıl Portekiz zenginlerinin yaşadığı bir yer. Bu şehrin eğlence kalbi, şarap mahzenleri ve tadım yerlerinin hemen karşısında yer alana Ribeira denen yerde atıyor.

Gelelim Lizbon’un yaşam kültürüne; oldukça sakin, sabırlı ama çirkin sayılabailecek ve yaşlı nüfusa sahip olan şehir muhteşem bir yeme-içme geleneğine sahip. Temel besin bir çok farklı şekilde pişirilen ve oldukça farklı seçenekleri sunulan deniz ürünleri. Bunun yanısıra jambonları, peynirleri, sütlü tatlıları, başta portakalolamk üzere nefis meyvaları, kahve ve şarap seçenekleri baştan çıkarıcı. Gayet hesaplı fiyatların ödendiği Lizbon’da tavsiye ettiğim iki yer Santo Amora Dokları denen ve eski depoların bar ve restoranlara çevrildiği, 25 Nisan Köprüsünün altında, nehire nazır yer ile biraz Kumkapı’ya benzeyen ve içeride kalan Rua portas de San Antao caddesi.

Bunun dışında Belem ve Bairra Alto da çeşitli eğlence yerleri ve restoranları ile gidilebilecek yerler. Tabiiki oldukça başarılı Portekiz şarapları ve yemek öncesi ve yemek sonrası içilen Porto şarapları unutulmamalı. Bu arada bir tavsiye çok sayıda Porto şarabı tatmak ve uygun fiyatla almak için Porto havalimanı bence en uygun yer. Burada Tawny tabir edilen ve on senelik bir Porto şarabını yaklaşık 20 Euro’ya almak mümkün.

Portekizlileri tanımanın diğer bir yoluda Fado Külüpleri. 19 yy başından beri çok yaygın olan Fado aslında bizim arabesk ya da Amerikan Blues tarzı bir anlayışla gelişmiş bir müzik. Genelde kadınların seslendirdiği Fado’ya mutlaka bir Gitarist ve Viola sanatçısı eşlik etmekte.
Tarihte Maria Severa ilk Fadoist olarak tanınmakla beraber asıl meşhur eden isimler arasında Amalia Rodrugues, Dulce Pontes ve bugun kendi yerini işletmekte olan Argentina Santos sayılabilir. Fado kulüpleri genelde saat 21.00-03.00 arası program yapmakta. Yemekler biraz daha az başarılı ve daha tuzlu ama mutlaka gidilmeye değer.

Lizbon’un sakin, temiz havası, keyifli yemekleri, müziği ve orta halli yaşantısını mutlaka tadın diyerek sözlerimizi bağlayalım.

Benzer şekilde gezi yazılarını paylaşmak isteyen, görüş vermek ya da eklemelerde bulunmak isteyen ya da bilgi almak isteyen tüm gezginler için Habercell sayfaları ve emailim açıktır.

10 Haziran 2006

KAZ DAĞLARI

Gezi yazılarımı takip eden arkadaşlarımdan neden Türkiye ile ilgili yazıları yazmadığımı soran çok oldu. Aslında en önemli sebebi Türkiye hakkında çok sayıda yazıya, dergi ekine, web sitesine ulaşma imkanı olması ve farklı bir üslupla bir şeylerin sunmanın zorluğu. Ama belki tek bir bölgeyi, güzelliklerini ben de paylaşmak isterim.

Yaklaşık sekiz seneden biri yaz-kış farketmeden yılda bir olsun mutlaka gittiğim bir yer varsa o da Kaz dağları ya da benim Kaz Dağlarım. Eski adıyla İDA aslında Biga yarımadası da tabir edilen geniş bir bölge. Benim bu bölgede favor rotam Ayvacık, Assos, Küçükuyu üçgeninde denebilir yani İda’nın denize bakan yüzü.

Eskiden beri arada bir Akçay yöresine gitmişliğim vardır. Genelde bu yöre çoğunlukla istanbul’da yaşayan ama toprak sahibi insanlar ile Almanya’dan yatırıma gelmiş gurbetçilerimiz arasında paylaşılmış bir yer izlenimi vermekteydi 90’lu yıllarda. Ama modern bir yaşam anlayışı, doğa güzelliği ve sıkışık yaz trafiğinden anlaşılan mevsimsellliği ile daha çok bir yaz seçimi şeklinde idi. Dönemin popüler güzergahı da tabii Susurluk-Balıkesir-Edremit yolu idi.

1999’da ilk defa Assos’sa gitme şansım oldu. M.Ö den beri önemli bir liman işlevi gören ve aslında zamanında çevresi kilometrelerce surla çevrili bu kasaba aynı zamanda Aristo’nun sevgilisi uğruna okul kurup felsefe öğrettiği bir yer olarak da anılır. Bugün sayıları aslında onu geçmeyen otelleri, sahil lokantaları, dondurmacıları, tekne de kiralayabileceğiniz marinası ile coğrafi açıdan fazla büyüme şansı da olmayan bu güzel kasaba halen temiz bir deniz ve eğlenceli de bir gece hayatı sunmaktadır. Mevsiminde oldukça kalabalık, araba parketmeninde bir hayli zor olduğı Assos’un zaman içerisinde önemini biraz kaybetmekte gibi algılamaktayım.

İlerleyen yıllarda güzergah değişikliklerinin yanısıra yeni bir kavram ile “butik hotel” ile tanışmamda gene bu topraklarda oldu. 2000’den sonra yeni seçtiğimiz güzergah İstanbul-Tekirdağ-Çanakkale üzerinden yaklaşık 400 kilometrelik bir yol idi. Hatta yolda vakit ayırıp Saros, Gelibolu Milli Parkı,Anzak koyu, Müze, Truva şehri gibi tarihsel ve doğal güzellikleri de keşfetme şansımız oldu. Hatta yeteri kadar vakit olduğunda 1-2 günlük Bozcaada turunu mutlaka yapmak ister olduk.

Aama asıl keşfimiz Yenikapı-Bandırma feribotundan inip Biga yönüne gitmemiz ile oldu. Bu şekilde toplamı 225 km olan Türkiyenin seyir açısından hem araba hem motorsiklet için en zevkli rotalarından birini tanımış olduk. Biga-Çan-Bayramiç-Ezine güzergahı yeşillikleri ile sizi büyüleyecek bir yol. Ezine’den sonra normal devlet yoluna bağlanıyorsunuz. Assos için Ayvacık’dan saparken Küçükkuyu için devam ediyorsunuz. Bu arada uçakla gelemk isteyenler için Edremit havalimanı da bir alternatif. Taksi ile 60 milyona Küçükkuyu ya gelmek mümkün imiş.

İstanbul’dan ya da diğer büyük şehirlerden yerleşim için gelen yetişmiş bir grubun ilk nüvelerini oluşturduğu ve yan iş olarak başlattığı küçük otel kavramı, Nişanyan çiftinin kitabı ve çalışmaları ile gittikçe önem kazandı ve özellikle bu bölgede çok sayıda örneği oluştu. Eski Çetmi şimdiki Yeşilyurt köyü, Zeus altarına yakın olan Adatepe, daha ileride Çamlıbel, Narlı köylerinde çok başarılı Küçük oteller yer almaktadır. Sayıları gittikçe artan bu otellere şimdilerde sahil kesiminde de eklenmeler olmuş. Bazıları hemen denize nazır odaları ve daha düşük fiyatları da oldukça rekabetçi olabililecek durumdalar.

Eğer rotanızı yazın buraya çevirmişseniz ana seçenekleriniz özellikle Küçükkuyu-Assos arasındaki sahil şeridinde denize girmek ve seçeceğiniz değişik noktalarda güzelim zeytinyağlarla ve otlarla hazırlanmış mezeleri ve deniz ürünleri yemek olmalı. Ama diğer mevsimlerde yöre hem turistik hem sportif gezintiler açısından çok olanak sunmaktadır.

Benim favori yerim şu an Yeşilyurt köyü; Çetmi Han, Öngen, Manici Kasrı hepsi çok başarılı tesisler. Yeni açılan Yol Konağı ve Sahaf’ta kalmadım onlarında en az diğerleri kadar başarılı oldukları tahmin ederim. Buradan denize ulaşmak bir kaç kilometre alsada gerek köyün küçüklüğü gerekse tepeye çıkıldıkça artan manzarası gerçekten çok başarılı.
Küçükkuyu-Assos arasında çok sayıda konaklanacak ya da sadece denize girilecek tesisler var. Manici beach, Kabile, Dedeoğlu, Eden Otelleri, Yahya’nın yeri nam-ı diğer Sarmaşık, Carlos’un yeri, Kadırga koyu ve daha bir çok yerde hem serin ve temiz bir deniz hem konukseverlikle sunulan çok güzel yemekler bulacaksınız. Eğer tarihe meraklı iseniz Assosdan ileriye yapacağınız turda zamanın muhteşem şehir Alexanderia Troas’ı, Babakale fenerini, Gülpınar köyündeki Apollon tapınağını gezebilir tekrar Ezine yoluna bağlanıp Türkiye’nin en güzel peynirlerini imlatçılarından alabilirsiniz.

Küçükkuyu’dan Akçay tarafında giderseniz sahil kesiminde çok sayıda standart otel, restoran ve sol yanda çok sayıda ev görmeye başlarsınız. Ama yaz dışında bu rota sizi birbirinden güzel yerlere götürecektir. Zeus Altarı, Adatepe köyü, Hasanboğuldu /Sutüven şelalesi, Çamlıbel köyü, trekking içinde ilginç olabilecek Pınarbaşı vadisi,Tahtakuşlar köyü ve Etnografya Müzesi, yaklaşık 27 km yürünerek ulaşılan Sarıkız zirvesi (Burada Ağustos sonunda anma törenleri yapıldığını belirtmişlerdi), rehbersiz zorlanılan Şahintepe kanyonu (Şahinderesi manzaralı restoranlarından farklıdır şaşırmayın, orası da kahvaltı ve yemek için gzüel bir seçenek), gene ayağına çabuk yürüyüşçüler için Yeşilyurt köyünden Çanakkale asflatına giden 4-5 kmlik Eski Roma Yolu ilginç yerler arasında. Ayrıca özel izinle yaklaşık 1774 metrelik zirveye giden çeşitli günübirlik ve konaklamalı trekking turları, off-road turlar ve av turları da seçenekler arasında.Çamlıbel köyünde İdaköy Çiftlik evini işleten Sema-iskender Azatoğlu tarafından yayınlanan Kazdağı rehberi bölgeyi tanıtan oldukça başarılı bir eser. Butik otellerin fiyatı 2 kişilik ve çoğunlukla yarım pansiyon fiyatları mevsiminde 50-250 YTL arasında değişmekte. Yaklaşık 50 YTL ile çok güzel bir ara öğün yapmak mümkün. Başta zeytin ve her türlü ondan elde edilen ürün olmak üzere, otlar, el sanatları, meyve-sebze, bal ve ev yapımı reçeller, kilimler bölgeden alnacak ürünler. Kışın gidecekler için yol bol yağışlı hatta karlı olabilir.

Bu arada alternatif eğlenceler arayanlar için Çetmi köyünden yapılan 10-15 km süren ATV turları dailginç olabilir.

Ola ki vaktiniz var; Küçükkuyu'dan yaklaşık 90 km veya 1,5 saat mesafede Ayvalık sizi bekliyor. Ayvalık'a girdiğinizde soldan devam ederseniz meşhur şeytan Sofrası veya Sarımsaklı plajına ulaşabilirsiniz. Sağdan devam ederseniz Ali Bey adası veya nam-ı diğer Cunda adasına gelebilirsiniz. Burası eski Rum evlerinden kalan kalınıtlar, onların üzerine inşa edilmiş şirin restoranlar ve vilları ile bir Akdeniz adası havasında. Denizin üzerinden Lale adasına bağlayan yolun devamı Türkiye'nin ilk boğaz köprüsü diye tanıtılan küçük bir köprüden geçerek sizi aslında yarımada olan bu şirin yere bağlıyor. Dökük bir değirmeni gördüğünüzde sağdan yol sizi güzel plajlara soldan ise ilçe merkezine götürür. İlçe merkezinden mutlaka tavsiye edeceğimiz tabii ki güzel deniz ürünleri sunan lokantalar ya da en kötüsünden Ayvalık tostunun orjinali, Bay Nihat'ın yerinde mutlaka dondurmalı sakızlı muhallebi, biraz ilerde Zeytinli Kahve'de Dibek Kahvesi olacaktır. Gittiğinize değer bir rota olacağı kesin.

1999’dan beri bölge gözle görülür şekilde değişmekte ama halen bir Bodrum / Kuşadası ve Çeşme’nin yaşadığı plansızlığı ve mimari açıdan çirkinleşmeyi yaşamıyor. İnanışım önümüzdeki senelerde özellikle ekolojik turizm merkezi olarak buranın öneminin artacağı. Bu açıdan şimdiden yöreyi tanımakta yarar var belki gelecekte yüzyıllardır bize sunduğu güzellikleri görmekte zorlanabiliriz. Yolunuz açık olsun.

3 Haziran 2006

SLOVENYA



Pamela’nın yeni şarkısının “İstanbul’dan gitmek lazım, yeni bir şeyler yapmak lazım...” sözleri mi yoksa Mehmet Yaşin’in “Uzakname” isimli eserdeki gezi hikayeleri mi desem, bu sefer de İstanbul’a sadece 2 saat uzakta bizim için yeni bir ülkeyi keşfetme şansı buldum.

Nedense “Slovenya” Türkiye’de pek bir şey çağrıştırmıyor hatta tur düzenleyen acenta veya bir gezi kitabı bulmak bile zor. Tarih boyunca da aslında ülke de bu isimle pek tanınmış sayılmaz. Bugün Avusturya, İtalya, Hırvatistan ve Macaristan ile komşu bu küçük ülke tarihte genelde çeşitli imparatorlukların kültürel ve ilginçtir özellikle 19.yydan sonra turizm merkezi olmaktan öteye pek gitmemiş. Türkler de Kanuni zamanında buralarda hüküm sürmüşler. 2.Dünya şavasında Partizanların hikayesi sayılı kahramanlık hikayelerinden denebilir. Bu sevimli ülkenin vatandaşları zamanlarını sanat, kültür ve bugünkü konukseverliklerini sağlayan turizm ve doğa sporları ile geçirmişe benziyorlar.

Slovenya’yı kısaca tanımlamak gerekirse bir doğa harikası. Ülkemizin doğal güzellikleri de muhteşemdir ama bakımsızlık, ülkenin büyüklüğü ve artan yapılaşma bu güzellikleri gözden kaybettirmekte. Bu ülke ise tam tersine yeşilin her tonu ile, nehirler, göller, dağlar, üzüm bağları ile kaplı, yeraltı sularının oluşturduğu 8500 den fazla mağaraya ve bir çok yerde termal su kaynaklarına, güzel manzaralı dağlara, mavinin korunduğu kıyılara sahip. Yaklaşık 15 sene evvel Yugoslavya’dan ayrılma kararı veren ve hatta 10 günlük bir savaş bile yaşayan Slovenya şimdi bir AB ülkesi. Ana geliri de bu bağlamda turizm.

Ülenin şirin başkenti Ljubliana aslında çok eski bir yerleşim yeri; bugün 300,000 nüfusa sahip olan şehir tipik bir ortaçağ yerleşim yerinin çok iyi korunmuş hali. Hafifçe tepeye kurulmuş ve bir turist treni veya araç ile ulaşılan kalesi, güzel köprülerle ayrılmış nehrin iki yanında eski tip evler (Old Town), tipik bir meydan (Presernov Trg), eski tip binalarda kurulmuş müzeleri, şehrin sınırlarını çizen oldukça geniş bir park (Park Tivoli) şehrin önemli yerlerini oluşturmakta.

Şehir o kadar küçük ki genelde 300-400 metrekare bir alanda size tüm albenisini sunabiliyor. Yürüyerek, paten veya bisiklet ile gezmek çok revaçta ve her yerde olan bisiklet yolları sayesinde çok da rahat. Şehirn tüm iyi lokantaları, barları nehrin iki yanında yaklaşık 300 metrelik bir alanda sıralandığı için şehirin eğlence hayatına ulaşmak da gayet kolay. Ülke tahmin edebileceğinizden çok daha sıcak. Biz orada iken 30-36 derece arası sıcaklıklar vardı. Bu açıdan genelde gün içerisinde şehir oldukça boş. Akşamüstü canlılılık başlıyor ve tüm barlar yaklaşık 21.00’e kadar yemekten çok içki servis ediyorlar. Et ve deniz ürünleri, tatlılar, dondurma çeşitleri, güzel şarapları ve özellikle İtalyan mutfağının iyi örneklerini bulmak mümkün . Fiyatlarda 20-35 Euro arası değişiyor. Genelde Euro lokantalarda kabul ediliyor ama üstü Sloven Tollar’ı olarak da verilebiliyor. Kur fiks sayılabilir onun için kazıklanmak korkunuz olmasın. 1 Euro yaklaşık 239 SOT ve bankalarda rahatça bozdurulabiliyor.

Ljubliana’da yaşam orta pahalılıkta ama ilginç şeyler pahalı veya ucuz olabiliyor. Örneğin havalimanının geliş kısmı çok zayıf ve şehire iniş için saat başları kalkan 10 Euroluk bir otobüs var. Ama yaklaşık 23 kmlik mesafeyi hızla alıp şehire inmek isterseniz taksi 38-40 Euro civarı. Genelde 5 yıldızlı otelleri oldukça başarılı ve gecesi 120 Euro civarı. Slovenya’nın asıl güzellikleri kiralayacağınız araba ile çıkacağınız turlarda. Çok kaliteli ve iyi işaretlenmiş yolları ve kısa ulaşım mesafeleri ile araba ile gezmek oldukça makul. (Avis günlük araba kirası GPS dahil 65 Euro civarı ve yakıt da Avrupa’nın en ucuzu.)

İlk önemli durak kuzey, Avusturya sınırına yakın olan Bled gölü. Yaklaşık 55 kilometrelik bir yolculuk ile ulaşılan bu göl ülkenin en turistik yeri. Zamanında imparatorların, Mareşal Tito’nun ve günümüzde öenmli yerel kişiliklerin yazlık mekanı olan bu göl ortasındaki ada, göle kuş bakışı bakan muhteşem kalesi ve çevresindeki plaj, lokanta ve villalar ile inanılmaz güzellikte. Yoldan Bohinj’e doğru devam ederken sahilde karşınıza gelecek panoramik manzaralı restoranın hem konumu güzel hem yemekleri lezzetli.

Daha az turistik ama daha büyüleyici bir yer arıyorsunuz Bohinj’i gölü ve etrafındaki Julian Alpleri diye tanımlanana sıradağların olduğu yaklaşık 30 km ilerdeki bölüm gerçekten soluk kesici. Adının Slovenya’nın en yüksek dağı Triglav’dan alan Milli park gerçekten doğa sporları için inanılmaz. Bisiklet, trekking, tırmanma, kayak, yelken, kano, kanyoning, paragliding gibi bir çok spora olanak sağlayan bu gölün en güzel manzarası Ribcev laz tarafından ya da üşenmeyip teleferikle çıkacağınız 1600 metredeki Vogel Kayak Merkezinden görülmekte. Yazın trekking yapılan dağlarda kışın 3-4 kayak merkezi işletilmekte. Gölü biraz daha devam ederseniz yaklaşık 60 metrelik Savica tursitik şelalesi de ilginç olabilir. Çevrede inanılmaz sayıda güzel pansiyon ve otel var dolayısı ile eğer doğa meraklası iseniz kalmanız gereken yer burası denebilir.


Diğer ilginç rota ise yaklaşık 140 km ile sahil kesmine, İtalya-Hırvatistan arasında kalan yöreye yapılabilir. Otoban ile Koper’e doğru gideceğiniz bu rotada ister istemez durmanız gereken bir yer bizim Sürmena Manastırı benzeri kayalara oyulmuş Predjama Kalesi ve inanılmaz bir yer olan Postojna Mağarası. Yaklaşık 13.yy dan beri bilinen bu mağara sistemi yaklaşık 19 kmlik uzunluğa sahip. 19. yydan beri önemli bir turizm merkezi olan bu mağaraya elektrik başkenten evvel gelmiş. Tünelin girişinde gene aynı devirden beri kullanılan ve bir roller coaster tarzında sizi mağaranın derinlikerine götüren bir tren var. Genelde sıcak mevsimlede saat başı yapılan bu tur yaklaşık 90 dakika sürüyor ve içerisi 8-10 derece bir sıcaklığa sahip. Bir noktadan sonra farklı lisanlardaki rehberler ile yürünerek yapılan bu turda inanılmaz sarkıt, dikit kombinasyonları ve şekilleri ve yaklaşık 25 cm boyutunda bir mağara canlısı olan Proteus ailesini görme şansınız olacak. Bu arada farklı gezi ve yeraltında bot ile ile yol alma ve konaklama kombinasyonları olan mağara turları da çok revaçta imiş.

Bu görkemli doğa olayından sonra sırası ile Koper ve İsola’yı hızla geçerek çok tatlı bir sahil kasabası, örnek olarak Assos benzeri olan Piran’a geliniyor. Evlerin önünde kayalardan ya da iskelelerden denize giren kasaba halkına çok sayıda turist de eşlik ediyor. Biraz daha yol alırsanız sayfiye şehir Portoroz güzel otelleri, geniş caddeleri ve bir çok plajın, su parkı ve eğlence yerlerinin olduğu sahili ile sizi karşılıyor. Burası ayrıca bir çok termal kaynak ve spa hizmeti olan sağlık otellerine de ev sahipliği yapıyor.

Bu rotalar dışında Kuzeydoğu’da ülkenin ikinci büyük şehir Maribor, Kuzeybatı’da Soca vadisi ve Kobarid gezilecek diğer yerler arasında sayılıyor.

Genelde konuksever olan halkı ingilizceyi de büyük ölçüde konuşuyor. Otobanlarda ve şehirde hız limtilerini pek takan yok ama kurallara muhakkak uyuluyor. Bira sevenler için Union ve Lasko iki güzel bira seçeneği. Alışveriş açısından genelde zayıf bir ülke, hediyelik eşya satışı da pek yaygın değil. En önemli alışveriş kompleksi Ljubliana yakında BTC kompleksi ama uygun fiyatlar indirimde bile yoktu. Önemli bir detay dönüşte havalimanı iç hatlar gibi işliyor, erken gitmenizde hem yarar yok hemde duty free ve bekleme salanu oldukça zayıf. Mutlaka tatmanız gereken tatlı Gibanica, mantar çeşitleri de çok leziz.

Ve bir gezinin daha sonuna gelirken Nasvidenje !

22 Mayıs 2006

ENLERİN VE İLKLERİN ŞEHRİ CHICAGO

Ne New York kadar dinamik, ne San Fransisco kadar romantik ne Las Vegas gibi şaşalı, ne Boston gibi hoş....İlk bakışta ABD’nin 3.büyük şehri Chicago bunların hiç birini size sunmuyor. Ama tanıdıkça, gezdikçe bu şehrin ne inanılmaz bir yer olduğunu daha iyi anlıyorsunuz.

Yerlilerin dili ile “Checagou”; belki de bir zamanlar topraklarından yetişen soğanlardan almış ismini. Ama günümüzde şehirde rüzgar uygunsa dünyanın en büyük çikolata / şekerleme üreticilerinden Nabisco’nun fabrikasından şehire kadar gelen çikolatasının belkide M&M in kokusunu alıyorsunuz.

1779’da Haitili Tüccar Bay De la Salle’nin yerleştiği bu alan da yerliler ve kovboylar arasından özellikle Fort Dearbon’da kanlı savaşlar olmuş ama şehrin coğrafi konumunun önemi onu gözde bir yer haline getirmiş. Büyük Göller yöresi ve Missisipi’yi yani tüm iç su ulaşımının ana merkezi olan Chicago aynı zamanda demiryolu ulaşımının merkezi haline gelmiş. Özellikle Sceince Museum’a gittiğinizde yaklaşık 40-50 metrekarelik alanda yapılmış mini demiryolları ülkesi maketi bu hikayeyi size daha iyi anlatır. Şehrin bu en önemli ulaşım merkezi olma özelliği bugünde devam ediyor. United Airlines’in merkezi olan Chicago O’Hare havaalanı mimarı açıdan çok zayıf olsa bile dünyanın en harketli havalimanı olma özelliğini sürdürüyor. Bu arada son dönemde ABD’ye gitmemiş olanlar çıkışta şaşırmasınlar; güvenlik kontrolünü geçtikten sonra çıkış işlemlerinizi kendiniz yapıyorsunuz en azından Şikago’da.

Şehrin enler ve ilkler listesi bitmek bilmiyor; size bazı örnekler. Sadece Nabisco değil aynı zamanda dünyanın en büyük sakız üreticisi Wrigley’in de merkezi. Yaklaşık 20 km sahili olan şehirde 550’den fazla park var. Dünyanın en büyük akvaryumu Shedd, en büyüklerden ve halen bedava olan sayılı hayvanat bahçelerinden Lincoln, dünyanın en yüksek ilk 5 binasından 2. ve 4. olan Sears ve Big J / John Hancock, dünyanın en büyük halka açık kütüphanelerinden biri, dünyanın en büyük ticarethanesi Merchant Building’de bu şehirde. Yaklaık 50 köprü ile Şikago nehiri üzerinden belki en çok köprü geçen şehir. 1893’te 26 milyona Columbain Exposition sırasında ev sahipliği yapan şehir, 1994 Dünya Kupasında ev sahibi olmuş.

Spora delicesine aşık şehirde 3 B yani Bulls, Blackhawks, Bears ve White Sox takımları kendi alanlarında efsanevi başarıları olan takımlar. Sadece unutulmaz Jordan’a değil, efsanevi ganster Al Cappone, beyzbol oyuncusu De Maggio’ya, Oprah Winfrey’e, John Malkovich’e, Dan Ackroyd’a, John Belushi’ye ev sahibi olmuş şehirde her akşam 150 tane tiyatro ve sayısız müzik kulübü ünlüleri yetiştirmeye devam ediyor. Chicago bilinen şekli ile sadece Blues’un değil ama aynı zamanda House Müzik tarzınında doğum yeri.

İlkler bununla da bitmiyor;aslında ilk gökdelenin inşa edildiği yer de Şikago ve özellikle magnificient Mile denilen alışveriş caddesinin başlangıcından sonuna kadar muhteşem gökdelenler otel, işyeri ve lüks evler olarak, nefis bir göl manzarası ile sıralanmış durumda.Aslında şehrin bu bölümü dışında tamamı az katlı, şeker yerlerden oluşuyor. Bunun sebebi aslında 1871 de şehrin o zamankı halinin tamamının yanmış olması ve sonrasında Şikago tarzı denilen bir mimarlık tarzının gelişerek şehri bugunki yapısına kavuşturması. Bu arada filmlerden hatırlayacağınız meşhur Şikago itfayesi de şehrin merkezine yakın. Her gün inanılmaz gürültülü sirenler çalarak ama nedense oldukça yavaş ve sakin bu canavar itfaye araçlarından birini görmek mümkün.

Şehrin diğer bir özelliği de yaklaşık 77 semtten oluşması ve bunların bir çoğunun etnik özellik göstermesi. Aynen bizim Almanya’daki Türk mahalleleri misali burada Alman, italyan, yunan, Çin, Çek, Litvanya ve daha bir çok ülkeden insanların kendi mahalleleri var. Hatta Şikago’daki Polonyalı sayısı Varşova’dan sonraki en yüksek sayı imiş ! ne yazık ki Türkler bu şehirde göreceli zayıflar ama ünlü bir Türk lokantası olduğunu duyduk.

Peki şehiri nasıl gezmeli? Kaldığınız yere göre aslından bir çok şeyi yürüyerek yapmak mümkün. Tabii turist otobüsleri, bisiklet, tekne turları hatta ginger denilen aletler ile yapılan turlarda var. Şehirn yeme-içme ve eğlenece yerleri Old town ve özellikle Rush street civarında ve aynı zamanda göl üzerindeki Navy Pier’da.

Sears’ın olduğu bölge daha çok finansal bir merkez ve gezmek için çok zevkli değil ama hemen yakınında , meşhur binaların arasından “L” treni ile hatırlayacağınız the Loop alışveriş ve lokal ortamı tanımak için çok iyi. Turistik dergilerde asıl alışveriş merkezi olarak magnificient Mile tanıtılıyor ama burası lüks dükkanlar ile dolu ve çok daha pahalı bir nevi Teşvikiye vs Beyoğlu denebilir. Özellikle T.J Maxx, Filene’s basement, Old Navy gibi dükkanlar alışveriş için cidden ucuz ve kaliteliler örneğin 15 USD karşılığı 501 pantolon veya Nautica gömlek almak mümkün.

Magnificient Mile de yapıları, paralel caddelerdeki restoranları ile mutlaka görülmesi gereken ABD’nin zengin yüzü. Hava güzelse ki şehrin takma adı rüzgarlı şehir olduğu için aslında genelde biraz daha serin, sahilde yürüyüş yapmak da çok zevkli olabilir. 300 metreden Şikago’yu görmek isterseniz Hancock binasını tercih edin.

150’den fazla müzenin olduğu şehirde Field Museum, Shedd, Science Museum mutlaka görülmesi gereken yerler. 49 USD karşılığı city pass alarak bu üçüne artı Adler Gözlem Evi ve Hancock binasına sıra beklemeden girebilirsiniz. Zevkinize göre diğer müzeler, eğer takviminiz uygunsa spor müsabakalarından herhangi biri size kalmış. Alışveriş meraklıları yarım gün ayırırlarsa şehirn dışındaki outletlere ya da yakındaki eğlence parkı Six Flaggs’a gidebilirler. Şehrin içindeki diğer büyük alışveriş merkezleri arasında Nordstorm, Carson Priere Scott, Marshall Fields, Sears yer almakta. Bu arada Borders , Virgin gibi yerlere gittğinizde sıkça Tarkan, Sezen dinleyebilirsiniz; sebebi belkide orada çalışan Türkler olabilir.

Yeme içme açısından Şikago hemen herkese hitap edecektir, bol deniz ürünlerinin yanısıra, Brezilya etleri, Japon, çin ve Hint yemekleri, tabii ki enfes pizzalar, bagellar, hotdoglar, cheesecake ve hemen heryer kahve.... USD 20-30 arası nefis bir yemek yemeniz mümkün. USD 50 gözden çıkarttı iseniz, ciddi bir şarap ekleyebilirsiniz.

Merkezi otellerin oldukça pahalı olduğunu söylemekte yarar var ama şehrin biraz da dış semtlerinde kalırsanız şehir hakikaten makul. Havaalanından Michigan Avenue civarı USD 35-40 tutuyor ama alternatif olarak tren ve shuttle servisleri de var. Şehirde çok değişik tipte insan göreceksiniz ama genel olarak çok nazik ve yardımseverler.


Eğer tüm bu güzelliklere rağmen 10,5 saatlik yolculuğu göze alamayanlar varsa Fugitive, When Harry met Sally, Blues Brothers, Untouchables filmlerine bir göz atarlarsa şehri yakından tanımış olurlar.