23 Kasım 2005

OLA MADRİD



İspanya’ya dördüncü ve en kapsamli seyahatime giderken aklıma tarihte bize öğretilen İspanya geldi. Lise tarih derslerindeki İspanya özellikle Akdeniz’in doğusuna hakim, keşifler çağını başlatan ve bu sayede zengin olan bir ülke olarak geçer. Tabii ki lise yıllarında İspanya hakkında daha çok bildiğimiz şey efsanevi futbol takımları olduğuda aşikardır. Bu keşiflerle zenginleşen İspanya ile biz pek savaşmadığımız için ilerleyen yılların tarih kitaplarında önemini kaybeder. Üniversite yıllarında öğrendiğimiz ise İspanya’nın 2.dünya savaşına katılmamış olmakla beraber sıkı bir dikta rejimi altında yaşamış olduğu, yetmişli yıllarda Avrupa Birlğinin en zayıf 2-3 ülkesinden biri olduğu şeklindedir. 1992 Barcelona Olimpiyatları ve devam eden spor başarıları, daha ilerleyen yıllarda gittikçe daha çok duyulmaya başlanan İspanyol şehirleri ve markaları ile bu güzel ülke Türk Turistler tarafından daha çok keşfedilmeye başlandı. Ama gözüken o ki biz biraz yavaş kalmışız. Özellikle güney kıyıları 1970’lerden beri bence çarpık sayılacak bir kentleşme ve bugünki Türkiye’ye benzeyen bir emlak satışı dalgası ile başta Alman ve İngilizler olamak üzere soğuk Kuzey Ülkeleri zenginleri tarafından mekan edinilmiş durumda.

Madrid İspanya için aslında sıradan sayılabilecek bir şehir. Aslında tarihsel olarak bir çok şehrinden daha çok yeni. Örnek vermek gerekirse Cadiz şehri yaklaşık 3000 senelik bir yerleşim bölgesi iken, Madrid 9.yy’da kurulmuş bir şehir.

Anlatılanlara göre Mağribi istilası sırasında Toledo şehrini korumak için bugünki Madrid sarayının olduğu yerde “Mayrit” Adı ile bir kale kurulmuş ve ilk yerleşim daha çok rahipler tarafından yapılmış. Daha sonra “Madrilenos” denen daha çok tarım ve tciaret ile uğraşan çalışan sınıf oluşmaya başlamış.13.yy’da Kilise ve Madrilenos arasında av sahalarının kullanımı konusunda bir çatışma çıkmış ve alınan karara göre mal sahibi kilise ama avlanan ürünler Madrilenos’lara ait denmiş.Buradan da Madrid’in sembolu sayılan ve Puerta Del Sol meydanında bulunan ağacı koklayan ayı (kilisenin o zamanki amblemi) çıkmış.

Madrid’in bu bereketli av toprakları çok ilgi çekmiş.İspanya krallığı evlilikler nedeni ile genelde İspanyollar dışında yönetildiği çok zaman olmuş. 1561’de resmi başkent olduğunda 80,000 nüfusu olan Madrid bugun 3 milyondan fazla kişiye ev sahipliği yapmakta.Hasburglar, Burbonlar gibi değişik hanedanlar tarafından yönetildiklerinden şehrin gelişimi de bu paralelde gerçekleşmiş. Eski şehir denen kısım Burbon bölümüne genişlemiş sonra daha yeni ve lüks bölümler eklenmiş. Kendi iç savaşları dışından ciddi bir savaş görmediği için şehirde korunarak bugüne ulaşmış eserler çok. Madrid’in tarih boyunca öenmli özelliği bir kültür başkenti olması. Tarih boyunca Velazques, Goya gibi ressamlara, meşhur Cervantes’e ev sahipliği yapmış ve bugun büyüklüğüne göre en çok sanat müzesi barındıran şehirlerden biri durumunda.

Turist olarak şehir gezmenin en iyi yolu kesinlikle metro ve yürümek. Çok kapsamlı ve başarılı bir metro altyapısı olan şehirde, inanılmaz geniş yollar olmasına rağmen trafik özellikle turistik merkezlerde çok yoğun. Birde istanbul misalı bir çok yerde yol yapımı işleri var.

Şehir bence 4 bölüme ayrılıyor. Biri daracık sokakları ve inanılmaz kalabalığı ile Eski Şehir ki burada özellikle Plaza Mayor ve Puerta Del sol meydanları, Gran Via caddesi, Kraliyet Sarayı dikat çekici yerler. Buralar alışveriş, yemek, eğlence ve kalabalığa karışmak için en turistik bölge.

Hemen buraya paralel Burbon bölümü başlıyor ki burada muhteşem Prado müzesi, Thyssen-Bornemisza müzesi, Cibeles meydanı, çok muhteşem bir park olan El Retiro parkı, Merkez Bankası binası, Borsa binası, Puerta de Alcala isimli törensel geçiş kapısı, Madrid’in en lüks oteli olan Ritz bulunmakta.

Şehrin daha yukarı kısmında ise Castellana bulvarı, Colon Meydanı, Galdiano müzesi, lüks alışveri caddesi Serrano’nun bulunduğu geniş caddelerden oluşan , 19. yüzyılda gelişmiş daha modern bir bölüm söz konusu.

Buraya kadar bahsettiğim bölüm aslında sıkı yürüyüşler ile rahatça gezilecek bölümler. Metro ile şehir keşfetmeye devam ederseniz Sömürgecilik döneminden kalan eserlerin sergilendiği America Müzesi, mini-Manhattan diye tanımlanacak Azca bölümü, 105,000 kişilik devasa Berbabeu stadı, ve Boğalar ülkesnin ne büyük ve muhteşem arenası Plaza de Toros Las Ventas, bir hayvanat bahçesininde bulunduğu biraz bizim Blegrad ormanının andıran Casa de campo, Aswan barajı yapımı sırasında gösterdikleri yararlılıkdan dolayı İspanyollara verilmiş Mısır tapınağı Debod ilginizi çekebilir.

Vaktiniz kalır ve Madrid’in ilerisini görmek isterseniz Segovia ve Toledo enteresan alternatifler.

Madrid’de yaşam sadece sanat ve tarihi eser değil tabiiki. Endülüs’te daha da farklı olmakla birlikte Madrid’de de çok enteresan bir yaşam var. Sene boyunca devam eden festivaller, konserler ve flamenko gösterileri dışında özellikle yaşam stili ve yemek kültürü çok dikkat çekici.

Madrid’de temelde 2 tip kahvaltı var; biri sabah evde genelde bir kahve ve yanında bir ekmekle yapılan diğer ise genelde 11 civarı bir bar veya cafe’de kahve veya bira eşliğinde Churros (tatlı cinsi, Tortilla (omlet), Bocadillo (sandöviç) yenerek yapılan. Yemek saat 13.00-16.30 arası geniş bir zaman diliminde yenmekte.Bu bölümde ilk önce bir barda alınan tapas (meze) ve şarap sonrası ana yemek için bir lokantaya gidilmekte. Akşamüstü ise özellikle uzun alışveriler sırasında sıkça kahve ve çay molası verilmekte. Eve dönmeden önce gene bir tapas ve içki seansı var. Daha sonra 21.00-24.00 arası değişen saatlerde başlayan yemek sözkonusu. İspanyollar kesinlikle dışarıda yemeğe çok düşkün onun için günün bir çok saatinde barlar, cafeler, lokantalar dolu.

Madrid’de neler yemeli; Valensiya’nın yemeği olan ve bir çok çeşidi bulunan Paella, karışık kızarmış deniz ürünleri tabağı Fitura de Pescado, sarımsak çorbası Sopa de Ajo, ekmek, sarımsak, biber, domates ve salatalıktan yapılan Gazpacho çorbası, Boğa kuyruğundan yapılan Rabo de Toro, tapas çeşitleri arasında çok değişik bir köfte olan Albondigas, değişik çeşitleri ile Tortilla, Kalamar, Serrano jambonu, Mancehogo peyniri, Zeytin, Közlenmiş biber salatası Ensalada de Pimientos Rojos. Bu güzel yemeklerin yanından Rioja Kırmızı veya Penedes beyaz şarapları, lokal biralar, nefis tatlı şaraplar (Fino sherry), Sangria ve özellikle kahve sevenler için mutlaka sütlü kahve ( Cafe con leche)

Madrid meyhane kültürü gelişmiş bir yer. 80’den fazla antik meyhane taberna adı ile halen faaliyette, mutlaka deneyin.

Tüm yemekle için geçerli kural; servis çok yavaş ve garsonlar çok sevimsiz onun için çok acıkmadan oturmak, sabırlı olmak ve yanınızda yemek isimlerini anlatabilmek için bir özel sözlük bulundurmak çok işinize yarayabilir.

Alışveriş sevenler için zeytinyağı, tekstil, özellikle deri çanta, peynir, yelpaze, seramikler ön planda. El Corte Ingles her yerde yaygın ve genelde oldukça çok çeşit sunuyor. Zara, Mango, Berskha ve diğerleri Türkiye’den genelde çok daha ucuz. Özellikle tax free alışveriş ile çok iyi fırsatlar yakalanıyor. Şehrin hemen yakınında Laz Rozas Village enteresan bir outlet.

Gracias y Adios

ENDÜLÜS 2

Geçen yazımda bu değişik yarımadayı ve yaşamını tanıtmaya başlamıştım; bu seferde onun güzel bazı şehirlerinden bahsetmek istiyorum. İlk durağımız Sevilla’dan hızlı tren ile Cordoba. Roma zamanında Guadalquivir nehri kıyısında gelişen bu şehir başkent görevini görmüş ama asıl çıkışını Mağribiler devrinde yaşamış. Çevreside tarihi eserler ile dolu bu şehrin eski şehir diyebileceğimzi kısmı asıl turistik kısmı. Tren istasyonundan 15-20 dk yürüyüş ile ulaşabildiğimiz bu bölümün ilk gezilecek yeri muhteşem cami
“Mezquita”. 8.yy da yapılan bu camiye 16.yy’da bir de katedral eklenmiş. Yaklaşık 90 metrelik çan kulesi, portakal ağaçları ile süslü bahçesi, iç yapıda bulunan yüzlerce kolonu ile gerçekten muhteşem bir yer. Çevresinde daracık bir çok Endülüs sokağı, hediyelik eşya satan dükkanlar ve tapasları ile ünlü restoranları olan caminin hemen önünden kalkan at arabaları ile 40-45 dakikalık bir tur yapma şansınız oluyor. Bu tur sırasında şehrin zaman içerisinde yenilenen dokuları arasında kaybolmuş, çeşitli medeniyetlere ait tapınak, kilise, ev ve diğer eserleri görmek mümkün. Bunlardan en güzellerinden biri de nehir üzerindeki tarihi Roma köprüsü, “Puerte Romano”.

Mezquita çevresinde Çiçekli sokak, Sinagog, Saray ve meşhur matador El Cordobes’in mezarı ve onu öldüren boğanın derisinin de bulunduğu Boğa müzesi de diğer gezilecek yerler arasında. 10 km kadar merkezin dışında ise yüzyıllar evvel yok olmuş ama kalıntıları halen gözüken Medina al Zahara bulunmakta. Cordoba şehrine öğlen yemeğini kapsayacak şekilde yarım günden biraz daha fazla ayırmak yeterli ama bu tarihi şehrin havasını solumak isterseniz keyif size ait.

Sevilla’dan 2 saatlik bir tren yolculuğu sizi Antalya benzeri bir şehir olan Malaga’ya getirmekte. İspanyolca ismi ile Costa Del Sol’un yani güneş sahilinin başkenti ilk izlenim olarak aslında pek hoş bir görüntü vermemekte. Ama istasyondan 15 dakikalık bir yolculuk sizi daha modern bir şehire getirmekte. Çok rahat yürüyerek gezinen bu şehirde bir günlük tur ile tamamını gezmek mümkün. Ana meydan olan Anameda Principal’den şehrin batısınına doğru yürümeye başladığınızda sol tarafınızda alışveriş ve yemek için en uygun cadde olan Larios kalıyor. Buradan geçip ileride oldukça güzel bir yapı olan Katedral’e ulaşılıyor. Katedralin biraz ilerisinde ise aslen Malaga doğumlu olan Picasso’nun müzesi ve ilerisinde ise Merced meydanı var. Bu civardaki dar sokaklarda alışveriş için enteresan yerler karşınıza çıkmakta.

Meydandan Alcazabilla caddesine saptığınızda ise muhteşem bir yapı olan Alcazaba Surlarına ve hemen önünde 1950’lilerde keşfedilen Roma Tiyatrosunun kalıntısına ulaşıyorsunuz. Fakat Malaga’nın en güzel yeri bence muhteşem kalesi Gibralfaro; oldukça yüksek olan bu kalenin çıkışında eğer araç ile gidiyorsanız çok güzel evlerin ve kamu tarafından işletilen ve genelde tarihi eserlerin yakınında olan Paradorların birinin önünden geçiyorsunuz. İnişi ise yürüyerek yaparak çok güzel fotoğraflar çekmek mümkün. Özellikle evlerin arasında olan Arena çok muhteşem gözükmekte. Şehrin arenadan hemen sonrasında tüm sahili kilometrelerce plajdan oluşmakta.

Malaga’nın en güzel yanı kiralayacağınız bir araç ile size çok değşik turlar yapma olanağı tanıması. A-7 Ronda Oesta otobanına çıtığınızda hemen ilk durağınız Torremolinos olacaktır. İspanya sahilleri 1970’lerden beri Kuzey Ülkeleri zenginlerinin emlak yatırımı yaptığı ve sıkça geldiği yerler. Torremolinos dan başlayan ve belki Cebelitarık’a kadar giden sahilde boş yer bulmak mümkün olmadığı gibi iç kesimlerde golf sahaları, site ve villalarla dolu.

Devlet yolu ve otoban günün her saatinde yoğun ama belirli girişler ise devamlı tıkalı ve otobanlarda çok kaza olduğu için trafik sıkışmakta. Umarım şu günlerde ülkemizde başlayan emlak çılgınlığı bizi de bu hale getirmez diye düşünmeden geçemiyor insan. Bu ufak şehirlerin çoğu oldukça çirkin ve kalabalık ama istisnası ise Marbella. Ama bir tavsiyemiz oraya gitmeden yol üzerinden 2 yerde mola vermeniz;biri 227 nolu çıkıştaki Krokodil Parkı. Yaklaşık 300 kadar timsahın bulunduğu bu parkta bu inanılmaz hayvanları gerçekten çok deneyimli bir avcı / eğitmen eşliğinde tanımak mümkün hatta küçük sayılabilecek birini elinize alıp poz vermeniz de söz konusu. Parktaki en büyük timsah yaklaşık 4,5 metre boyunda ve yarım tondan daha ağır.

Diğer ilginç durak ise 222 nolu çıkıştan ulaşabileceğiniz ve sizi yaklaşık 800 metreye taşıyacak teleferik. Trafiği aşıp Marbella’ya ulaştığınızda ise Avrupanın en lüks yerlerinden birinin karşıladığını kıyafetlerden, arabalardan ve teknelerden anlamanız mümkün. Özellikle Plaza de los Naranjos’da yiyeceğiniz bir gurme yemek sırasında İspanyolca dışındaki lisanları daha çok duyuyor olmak sizi şaşırtmamalı burası grçekten de İspanyolların çalışıp diğer Avrupa ülkerlerine mensup zenginlerin yaşadığı bir yer. Eğer golf meraklısı iseniz yakınlarda çok sayıda golf sahası bulunmakta. Eğer yola daha da devam ederseniz ve ingiliz vizeniz varsa ( biz bu ayrıntıyı öğrendiğimizde iş işten geçmişti) Cebelitarık’da hem efsanevi Kaya’yı (içinde sığınaklar ve savunma amaçlı mağaralar varmış) görmek hemde teleferik ile tepeden bir boğaz manzarası almak hatta zaman ayırmayı göze alırsanız balina turlarına katılmak mümkünmüş. Yol biraz daha ileride sizi feribot ile Afrika kıyılarına geçmenizi sağlayacak Algecerias’a ulaştıracaktır.

Eğer Malaga’dan doğuya yani Costa del Almeira kısmına gitmek isterseniz hedefiniz bizim gitmediğimiz Nerja olmalı. Burası sahilleri, Avrupa’nın balkonları denen denize dik kayalıkları ve milyonlarca yıl önce oluşmuş ve eski insanlara da ev sahipliği yapmış mağaraları ile ünlü. Kilometrelerce uzunluktaki mağaraların turizme açık bölümlerini gezmek bir saat alıyormuş.

Ve Endülüs’teki son durağımız ise yaklaşık 125 km ileride, Binbir Gece Masallarının esin kaynağı Al-Hamra’nın bulunduğu Granada. İspanya’nın kış sporu merkezlerininde bulunduğu Sierra Nevada dağları ile tanışacağımız bu yolculuk bizi aynı zamanda çeşitli Doğal Parklardan da geçirmekte. Çingeneleri ile ün salmış Granada sadece Al-hamra’dan oluşmamakta, şehrin içine eski bölüme girmeyi göz önüne aldığınız yol sizi bir zamanlar camiler ile dolu ama bugün daha çok avlulu evler yani carmenleri ile göz alan Albayzin’e de götürecektir. Gene eski şehirdeki Katedral’de özellikle Alhamra dan çok güzel gözükmekte. Evet nedir bu Al-Hamra’nın hikayesi? Kızıl tepe olarak bilenen bir yerde kurulu Al-Hamra gerçekten hem kapalı hemde açık mekanları ve manzarası ile büyüleyici.Binbir Gece masallarının bir kopyası ve sahipleri Nasır ailesi için yeryüzünde cenneti tanımlamak amacı ile yapılmış bu muhteşem eserin özellikle Casas Reales denem bölümü, kale kısmı muhteşem. Buraya giriş oldukça sıra beklemeyi gerektiriyor ve önceden BBVA bankası şubeleri aracılığı ile rezervasyon yapmak tavsiye edilir. Biz 30 dk kadar sıra bekleyerek gimeyi başardık. Saray bölümü belirli saatlerde günde 2-3 defa açılıyor onun için kendinizi buna göre ayarlamanız şart. İsteyenler için bu eserin hemen yanından bir parador otel mevcut. Alhamra nın bahçe ve tarlalrı ile ünlü olan kısmı ise Generalife isminde ve biraz daha ileride yer alıyor. Burada her yıl dans ve müzik festivalleride düzenlenmekte imiş. Endülüs ziyareti için en uygun mevsimlerin baharlar olduğunu hatırlatıp bu muhteşem kültür mozaği için mutlu seyahatlar dilerim.

SEVİLLA & ENDÜLÜS

İspanya turumuza devam ediyoruz. Merak edenler için ispanya ismi Yunanca “Hispania”dan, bu kelimenin de etimolojik olarak “i-schephan-im” yani “çok uzaklardaki yer” anlamı ile Fenike’ceden geldiği düşünülmektedir. Madrid’de başlayan turumuz saatte ortalama 250 km hız yapan AVE treni ile bizi Avrupa’nın Anadolu benzeri bir kültür cennetine Endülüs’e taşımakta. Endülüs’ü gezmek sıradan bir Avrupa ülkesini gezmekten çok daha farklı bir duygu. Orada farklı bir şeyler yaşanmış olduğunu, farklı kültürlerden insanların geçmiş ve eserler bırakmış olduğunu görmemek, hissetmemek hemen hemen imkansızdır.

Endülüs’ün tarihi belkide Avrupa’nın en eskilerindendir. İ.Ö den 25,000 yılında kalma resimler Nerja mağaralarında (bir bölümünü gezebeilirsiniz) kendini göstermektedir. Cadiz İ.Ö 1100 yıllarında kurulmuş belkide Avrupa’nın en eski şehirlerindendir. Bir çok medeniyet geçmiştir Endülüsten. Herodotos’a göre bugünde halen bulunamış efsanevi şehir Tartesus’un peşinden bugünki Malaga yakınlarına gelen Grekler, Fenikeliler, Gotlar’dan biraz dinsel sebepler ile ayrılan ve göçen Vizigotlar... Ama buraya damgasını vuran asıl Mağribiler olmuştur. Ziyad oğlu Tarık ‘ki adını Ceb-Ül-Tarık olarak bugunkü Cebelitarık’a vermiştir ve 700’lerin başından itibaren bu yöreye kimliğini kazandıran İslam uygarlığını başlatmıştır.

1400’li yılların sonunda İspanyol imparatorluğu bu toprakları ele geçirmiş ve Keşifler çağını başlatmıştır.Yaklaşık 17.yy sonuna kadar ilk önce Sevilla daha sonra Cadiz ciddi şekilde büyümüşleridr. Daha sonra belkide 1980’lere kadar sürecek daha gösterişsiz bir dönem başlar bu topraklarda. 1980’lerden itibaren başlayan gelişme başta turizm ve hizmet, tarım sektörleri olmak üzere yaklaşık 9 milyonluk nüfusa tekrar hayat verir ve bugunkü konumuna getirir.

Endülüs veya İspanyolcası ile Andalucia ( Andalu diye okunuyor) bir rivayete göre “vandalların diyarı” anlamına, bu ülkede kısa süre hüküm sürmüş Vandallardan diğer bir iddiaya göre ise Vizigotların toprak dağıtım felsefesinden “landahlauts” kelimesinden türemiştir.

Endülüs aslından geniş ve değişken bir coğrafyayı kapsamaktadır. Bir yanda Atlas okyanusundan balıkçılık ve denizcilik ağırlıklı Huelva, Cadiz gibi şehirler, bir yanda Sierra Nevada dağlık bölgesi, kayak merkezleri ve doğal parklar, öte yanda meyve, sebze diyarı Akdeniz kıyısında Almeria, alabildiğine turistik , golf sahaları ve villalarla dolu Costa Del Sol.

Bölgenin en önemli şehirleri arasında Sevilla, Granada, Cordoba, Malaga, Cadiz, Jaen, Almeira, Algeciras yer almakta. Tüm bu şehirler düzgün otobanlar, oldukça yoğun trafikli ana ve tali yollar ve çoğu zaman da hızlı veya normal trenler ile birbirine bağlı durumda. En güney noktada Algeciras’tan feribot ile Afrika’ya, Tanca’ya geçmek de mümkün.

Gene Endülüs yaşamına döndüğümüzde aklımıza hemen Boğa güreşi, Flamenko, tapas, Fiestalar, İspanyol şarapları gelmekte.

Endülüs yaşamı İspanyollar için bile farklı hatta biraz hor görülmektedir. Özellikle Katalanlar ve Endülüsler arasında hayat bakış açısı oldukça farklıdır. Oldukça tutkulu, öfkesini ve duygusallığını göstermekten çekinmeyen, biraz kaba-saba, zaman zaman maço , konuşmayı hatta yüksek sesle konuşmayı seven, tembel sayılan, yemek ve içmeyi, çapkınlığı seven, zıtlıklardan hoşlanan ve zamanı önemsemeyen bir kültür olarak hala orta yaşlı ve ihtiyarlar benliklerini korumaktadırlar.

Zaman aslında olmayan bir kavram sanki, her şey yavaş ve uzun saatler üzerine ve anın tadını çıkarmak mantığına kurulu. Hatta lisan bile ilginç, anlayabildiğimiz kadarı ile Akşam’ın bir kelime karşılığı yok. Saat 12 için sabah saat 12 anlamına gelen “las dolce de la manana” kullnılan bir yerde siestanın keyfini siz düşünün.

Peki meşhur adetlerin kökenleri nedir; Boğa güreşinin temel kökeni Romalılar. Roma lejyonerlerinin dini olan Mitra dininde bir ritüel boğa kurban etme üzerine imiş. Bu doğrultuda gelişen kültürde bugün Plaza de Toros denen ama temelde Roma Arena’sı ile aynı mantıkta yapılan alanlarda bu sanat özellikle Ronda ve civarında gelişmeye başlamış. Araplar döneminde Arap atları ile Boğaların rekabeti de özellikle bugun hala yapılan Boğa koşularının temelini atmışa benziyor. Bugün iyi bir matadorun 100,000 Euro’dan fazla günlük kazancı olabilir. Nisan ve Ekim arası genelde haftasonları yapılan güreşler gerçek bir ritüel. Bu arada Boğa güreşi ile ilgili her müzede tanıtılan efsanevi bir matadordan bahsetmeden geçmemek lazım. Manuel Benitez, bilinen takma adı ile El Cordobes, şan ve zafer dolu bir yaşamın ardından 1947’de bir güreş sırasında Boğa tarafından öldürülmüş.

Diğer bir gelenek ise Flamenko; kökeni 16-17.yy’da Endülüste yaşayan çingenelerin “juerga” denen eğlence şekillerine dayanıyor. İlgilenenler için çingenelerin (orjinali galiba Farsça çalgı çalan, dans eden anlamına gelmekte) kökenleri 11.yy’da Hindistan’a dayanmakta. Gazneliler ve 2-3 yy sonra Timurlenk tarafından göçe zorlanan bu toplum İber yarımadasına gelmiş. Sadece müzik değil, lirikler, dans ve hatta duruş ve yaşantıya yansıyan bir felsefeyi başlatacak olan çingenelerin ilk yerleşim yerlerinden biri de Granada şehrindeki Albayzin mağaraları. Granada gezinizde mutlaka görün.

Peki gezmeye nereden başlayalım? Tabii muhteşem başkent Sevilla’dan. Eski Romalıların Betis dedikleri daha sonra ise “Büyük Su Yolu anlamına gelen Guadalquivir nehri boyunca uzanan, Keşifler çağının altın şehri ve 1992 Expo ile tekrar itibarını kazanan, çapkınlığı ile dillere destan (aslında Madrid yakınında yaşadığı bilinen bir Kont olan) Don Juan’ın, baştan çıkaran, yürek yakan Carmen’in yaşadığı, Kristof Kolomb’un seferlerine çıktığı ve mezarının bulunduğu ve Don Kişotun yazıldığı Sevilla. Madrid’den hızlı tren ile 2,5 saat yada uçal ile geldiğimzi bu şehir gezmesi en zevkli şehirlerden biri.

Şehrin 2 temel simgesinden biri Torre Del Oro (Altın Kule) diğeri ise Sevilla Katedrali. İlki nehir turlarınında yapıldığı ve zamanında savunma amaçlı yapılmış bir kule. Şehrin “El Arenal” denen ve zamanında denizcilik merkezi olan yerde. Gene bu bölgede güzel bir boğa güreşi arenası, Magdenala Kilisesi, Güzel Sanatlar Müzesi, Opera binası bulunmakta.

Katedral ve çan kulesi “La Giralda” ise eski şehir diyebileceğimiz Santa Cruz bölümünde bulunmakta. At arabası veya yürüyerek gezebileceğiniz bu bölümde Real Alcazar Sarayı, Sevilla Katedrali ve La Giralda ( aslı aslında Araplardan kalan bir minare ama şimdi bir çan kulesi görünümünde ve tırmanılarak kuşbakışı bir Sevilla manzarası görülebilir)bulunmakta. Buradan kısa bir yürüyüş ile dar ama hoş sokaklardan restoran ve alışveriş imkanlarının olduğu kısımlara ulaşılabilir.

Sevilla’da mutlaka görmeniz gereken bir yer ispanyol Meydanı ve Maria Luisa parkı. İspanyol meydanının hemen yanında ise keşiflerden özellikle Amerika’dan gelen bazı eşyaların sergilendiği binalarında olduğu Amerika meydanı var. Biraz ileride Sevilla’nın lüks ve efsanevi oteli Alfonso VIII ve eskiden Carmen’in çalıştığı tütün fabrikasının
yerinde ise Üniversite bulunmakta.

Nehrin karşı kıyısına geçtğinizde eskiden çingenelerin yaşadığı, daracık ve hoş sokakları ve kendine özgü havası ile Triana var. Zamanında ünlü flamenkocuları, boğa güreşçilerinin yetiştiği ve seramik sanatı ile de ünlü bu kısım bugün barları ve karşı kıyıdan şehire bakma şansı veren romantik restoranları mesela Bar el Puerto ile de ünlü. Biraz daha ilerinde Expo 92 ile hayat bulan Cartuja adası var. Burada omnimax sinema, temalı eğlence parkı, güzel roller coasterleri olan “Isla Magica” , alışveriş alanı, müzeler gibi seçenekler bulunmakta.

Sevilla’da yaşam oldukça rahat; çok sayıda öğünde çok sayıda değişik yemek tadmanız mümkün. Tabii ki en ünlüsü sabah için tost ekmeği üzerinde nefis bir zeytinyağı ile Tostada Con Aceite, İber jambonu, Churros, tortilla, domuz sosisi Salchichon. Öğlenleri ve akşamları ise mutlaka Fritura de Pescados ( karışı deniz ürünleri tabağı),Albondigas, tuzlu balık Pescado a la sal...Genelde 20-30 euro arası güzel bir yemk mümkün, 1-1,5 euro civarında ise kahve içilebiliyor. Kahvenin içine koyan süt oranına göre değişik isimler aldığını unutmamanız gerek. Sade kahve “solo”, sütlü kahve ise “cafe con leche”. Mutlaka sherry yani tatlı şaraplardan içmenizi öneririm. “Fino” diye bilinen bu şaraplarda yaklaşık yüzde onbeş alkol var. Mesela Solera ve la Ina iyi markalar arasında. Şaraplar zaten meşhur ama denenebilecek biralar arasında Cruz Campo ve San Miguel var. Alışveriş için özellikle deri, ayakkabı, hediyelik çeşitleri hem bol hem Türkiye’ye göre oldukça ucuz. 90 euro’yı geçtğinizde %16 oranından başlayıp azalan miktarlarda vergi iadesi alıyorsunuz, fiyatları buna göre karşılaştırın.

Sevilla dan günübirlik hızlı trenle gidilecek en güzel seçeneklerden biri tarihi Cordoba. Yazı daha fazla uzamasın diye Granada, Malaga, Marbella ve Cordobayı gelecek hafta anlatacağım.